Adilcevaz’a gelirken içinden geçtiğim Ahlat, Adilcevaz’dan daha büyük ve daha eski bir yerleşim yeriydi. Adilcevaz’dan bana eşlik eden bir öğretmen arkadaş, bölgenin tarihi konusunda geniş bilgi sahibiydi. Kentin isminin Urartu Kralı "Lat"tan gelme olduğuna inanılıyordu. Rivayete göre kentin ismi, Van bölgesinde yerleşik Urartular kuzeyden gelen Medler tarafından yıkılınca, halkın krallarının arkasından "Ahvah" çekmesinden türemiş. Bu rivayet kent tarihi ile ilgili bugünün internet kaynaklarında da aynen tekrarlanıyor. Ondan sonrası malum; Pers Kralı Darius, Büyük İskender, Parthlar, derken Roma, Bizans ve Hz. Ömer zamanında Halid bin Ziyad eliyle İslamiyet... Sonra da hâlâ ayakta kalan çok sayıda anıtsal mezar, kümbet ve türbeleriyle Selçuklular. İslam ortaçağında Ahlat 350 bin nüfuslu bir mega kentmiş. Bizim gezdiğimiz dönemdeyse kent, bütün bu güzelim eserler doğru dürüst bir korumaya alınmadığı için harap olup gidiyordu.
Ahlat-Tatvan arasında, 15. yüzyılda son defa lav püskürterek "Uyuyan Yanardağ" unvanını kazanan Nemrut Dağı’nın tepesindeki krater göllerine kadar arabayla çıkılabiliyordu. Biri büyük ve soğuk, öteki küçük ve sıcak iki krater gölüne sahip dağın zirve yüksekliği yaklaşık 3000 metre idi. Öğretmen arkadaş, hem Nemrut hem de Türkiye’nin üçüncü en yüksek dağı olan Süphan (4050 metre) hakkında, şimdi ayrıntılarını anımsamadığım aşklı, geyikli ve tabii ölümlü efsaneler anlatmıştı. Yakın geçmişte bölgede yaşayan Ermeniler ve Süryaniler hakkında sorduğum sorulara ise net yanıtlar veremiyordu. Önce "Ermeni soykırımında Kürtlerin bir tür suç ortağı rolü oynamış olmasından mı bu duyarsızlık?" diye düşündüm ama pek öyle değildi. O yıllarda bölgede yaşayan insanlar bile, doğrudan tanıklık edecek yaşta değillerse, olup bitenlerden pek az haberdardı. Konuya özel ilgi duymama karşın, o sıralarda ben de 1915’e kadar Van, Muş, Bitlis’in önemli Ermeni yerleşim yerleri olduğuna dair ancak kulaktan dolma bilgilere sahiptim.
Kısa çevre gezisinden kasabaya döndüğümde kaymakamın beni aradığını söylediler. Mesai saati geçmiş olmasına karşın her zamanki gibi takım elbise, kravat, gömlek makamında beni bekliyordu. Heyecan içinde, Sağlık Bakanı Prof.Dr. Fahrettin Kerim Gökay’ın ertesi gün öğleden sonra kasabaya geleceğini söyledi. İl Sağlık Müdürlüğü benim hazırlık yapmam için kaymakamlık kanalı ile haber göndermişti. Gökay’ı Çapa’da bir toplantı sırasında görmüştüm. Küçük kardeşi Prof. Dr. Hüsamettin Gökay, Cerrahpaşa Sinir Cerrahisi'nde hocaydı. 1950’li yıllarda İstanbul valisi iken, o sıralarda yeni çıkan küçük rakıya, şişesinin bodur görünümü nedeniyle "Fahrettin Kerim" adı takılmıştı. 6-7 Eylül olaylarındaki sorumlulukları, Yassıada mahkemelerinde yargılanmasına yol açmış olmasına karşın popülerliğini yitirmemiş, Yeni Türkiye Partisi'nden (YTP) İstanbul milletvekili seçilmiş ve koalisyon hükümetinde bakan olmuştu.
Lise öğrenciliği yıllarımdan beri, pek düzenli olmasa da, kendimce önemli bulduğum olayları kısaca yazdığım not defterimde bu ziyaret hakkında epey ayrıntılı notlar yazmışım. Notlar arasında, bakana sunmak üzere hazırladığım, Hükümet Tabipliği acil ihtiyaç listesi bile var:
"Kaymakamlığın önünde, üstüne beyaz örtü serilmiş bir masanın arkasındaki koltuğa oturdu. Bir yanında kaymakam bir yanında ben, iskemlelere oturmuşuz. Masadan epey uzakta 30 - 40 kadar kasabalı, halka şeklinde ayakta Bakan'ın konuşmasını bekliyor. Başlarında YTP’li Belediye Başkanı. Bakan Gökay hiç acele etmeden, masanın üstündeki kayık tabaktan, taze cevizleri birer birer alıyor, sabırla ayıklıyor ve yiyor. İnanılmaz komik bir durum. Ondan başka ceviz yiyen yok. Böyle dakikalar geçiyor. Bir ara şeytan dürttü, ben de kayık tabağa uzanıp bir ceviz alıp, ayıklayıp yiyorum. Kaymakam dehşet içinde yüzüme bakıyor. Ben de yanımda getirdiğim ihtiyaç listesi dosyasını uzatarak, 'Hocam, Hükümet Tabipliği'nin acil ihtiyaç listesini size verebilir miyim?' diye soruyorum. 'Sayın Bakanım' demem lazımdı ama ağzımdan 'hocam' çıkmıştı. Bir an duruyor, sonra hiçbir şey söylemeden dosyaya göz atıp hemen arkasında ayakta bekleyen memura uzatıyor. Sonunda yerinden kalkmadan, kısa bir konuşma yapıp doğruluyor. Biz de telaş içinde kalkıyoruz. O arada Belediye Başkanı koşarak Bakan'ın yanına gelip bir şeyler söylüyor. Kasabalılar dağılırken bizimle vedalaşıyor ve biraz ileride bekleyen arabasına binip gidiyor. Gelişi gidişi toplam bir saati bulmuyor."
Fahrettin Kerim’in ziyareti üzerinden kısa bir süre sonra kaymakamın tayini çıkmıştı. Bunun bakan ziyareti ile bir ilgisi var mıydı bilmiyorum ama galiba zaten kendisi ayrılmak istemişti. Yerine gelen kaymakam 40 yaşlarında kalender bir adamdı. Gelir gelmez, benim buradaki ilk günümde uzaktan görüp aklıma koyduğum, Süphan zirvesine çıkma projesini kendiliğinden gündeme getirdi. Benim dünden hazır olduğumu duyunca, "Nasıl olsa doktor yanımızda, başka kimse gelmese de ikimiz çıkarız" dedi. Acele etmemizin nedeni mevsimin kritik olmasıydı. Eylül başındaydık ve havalar daha pek soğumamıştı ama hiç belli olmaz, her an kar bastırabilirdi.
Hemen kafile hazırlandı; jandarma kumandanı yüzbaşı, savcı, bir öğretmen arkadaş, o sırada Van’da askerliğini yapmakta olan ve İstanbul’dan tanıdığım bir kadın doğum uzmanı arkadaş, bir de yerli rehberle, bir cumartesi günü şafakla yola çıktık. Güneş daha yükselmeden dağın araba yolu olan en yüksek noktasındaki Aydınlar Köyü’ne ulaştık. Oradan katırlarla 2-3 saat kadar, kayalıklar arasındaki daracık bir patikadan epey yükseklere kadar tırmandık. Katırlar orada bekleyecek ve biz zirveye kadar yürüyerek çıkacaktık.
Dağcılık anlamında zorlu bir tırmanış değildi ama bizim gibi tecrübesizler için yine de hayli yorucuydu. Üstelik arada uygun süreli molalarla bedenimizin adapte olmasına fırsat vermediğimiz için, yerli olanlar dışında hepimizde, dağ çarpması denilen oksijen eksikliği belirtileri başlamıştı. İşin fenası yanımızda ne doğru dürüst tıbbi yardım malzemesi ne yeterli yiyecek vardı. Ben, ne de olsa bölgeyi benden daha iyi tanıyan, doktor arkadaşa güvenmiştim ama en çok sarsılan o oldu. Bir ara halüsinasyon benzeri sanrılar görmeye başladı. Bir iki kez ayılar bizi takip ediyor diye paniğe kapılıp, tabancayla sağa sola ateş etmeye başladı. Güç bela silahını alıp, bir mola yerinde sakinleşmesini bekledik. Rengi solmuş, çarpıntı başlamıştı. Sık nefesler alıyor, arada uyukluyordu. Biraz sakinleşince, rehber köylülerden biriyle onu geriye gönderip, biz tırmanışa devam ettik.
Küçük krater gölü donmuştu. Zirveye yakın yamaç, geçen mevsimden kalan sertleşmiş kar tabakasıyla örtülüydü. Oradan itibaren alabildiğine geniş bir ufuk ve hafif sis içinde Van Gölü, neredeyse bütün sınırlarıyla görünüyordu.
Aceleden manzaranın doğru dürüst keyfini çıkaramadık, Zira rehber sık sık karanlık basmadan köye dönmemiz gerektiğini hatırlatıyordu. Zirvede, üst üste konmuş taşlardan oluşan bir işaret tepesi ve kısa bir çubuğa iliştirilmiş yırtık bir bayrak vardı. Adet yerini bulsun diye, kafiledeki tek kamera olan benim külüstürle birkaç fotoğraf çektik ve erkek milletine has, kendi başarısıyla çaktırmadan övünme duyguları içinde birbirimizi kutlayıp dönüşe geçtik.
Rehber, doktor arkadaşı Aydınlar Köyü muhtarına sağ salim teslim etmişti. Kaymakamlığın vasıtası ile kasabaya döndüğümüzde iyice karanlık çökmüştü. Bitkin halde odamda bir şeyler atıştırıp yattım. Sabah uyandığımda kıpırdayacak halim yoktu. Bütün kaslarım ağrılar içinde sertleşmiş, dudaklarım uçuklamış ve şişmişti. Akşam lokantada buluştuğumuzda yerli halk dışında herkesin aynı durumda olduğunu gördük.