Geldiğimden bu yana geçen birkaç ay içinde yaşadıklarım, geleceğe yönelik dayanma gücümü epey törpülemişti. İstanbul’dan çok, sorumluluklardan uzak öğrencilik günlerimi özlüyor, burada geçen günlerimin mesleki gelişmeme bir katkı sağlamadığını, aksine hekimlik adına okulda öğrendiklerimi unutmaya başladığımı fark ediyor, paniğe kapılıyordum. Yanımda getirdiğim tıp kitaplarını ara sıra karıştırıyor, oradaki bilgileri gündelik pratikte hemen hiç uygulayamadığımı görüp umutsuzluğa kapılıyordum. Bu duygular içinde bocalarken, yine Süphan göçerlerinden genç bir baba ile 13-14 yaşlarındaki oğlu muayene odasından içeri girdi. Çocuğun başı, sol kulağını içine alacak şekilde, kanlı ve kirli bezlerle sarılmıştı. Baba zor anlaşılan Türkçesiyle iki gün önce bir kavga sırasında çocuğun başına kürekle vurulduğunu söyledi. Sargıları açınca, çocuğun sol şakağında, saçlı deriyi içine alan ve kulağın yarısına kadar üst bölümünü çevresindeki dokularla birlikte kemiğe kadar sıyıran ürkütücü bir kesik yarası ortaya çıktı. Kulağın neredeyse tamamı dışarıya doğru sarkıyor, yara yer yer kanıyordu. Görünürde hayati bir tehlike yoktu ama neredeyse bütünüyle yerinden kopmuş olan kulağı ve onu çevreleyen dokuları yerine dikmek için itinalı bir cerrahi müdahale gerekiyordu. Bizim sahip olduğumuz koşullarda bu işe girişemezdik. Yarayı temizlerken çocuk olağanüstü bir sabırla, sesini bile çıkarmıyordu. Babaya, çocuğu hızla Bitlis’e ya da Muş’a götürmesi gerektiğini, yaranın ancak bir hastanede uygun şekilde tedavi edilebileceğini boşuna anlatmaya çalıştık. Sağlık memuru, durumu daha iyi kavraması için Kürtçe uzun uzun izah etmeye çalıştı ama baba ısrarla akşama köyüne dönmesi gerektiğini, hayvanların dağda sahipsiz kalamayacağını tekrarlayıp duruyordu.
Sonunda, yaranın zaten iltihaplanmaya başladığını, tedavi edilmezse çocuğun menenjit olup ölebileceğini söyleyerek babayı biraz korkutup, hiç olmazsa çocuğu birkaç gün bize bırakmasını kabul ettirdik. Staj sırasında bir kere dikiş atmış ve birkaç kere nasıl yapıldığını seyretmiştim ama her ikisinde de hastalar narkoz altındaydı. Lokal anestezi için elimizde birkaç anestezik ampul ve dokuyu dondurarak anestezi yapan, daha önce hiç kullanmadığım bir sprey dışında malzeme yoktu. Sağlık memuru, belki kaymakamlığa başvurup çocuğu Bitlis’e gönderebileceğimizi anımsattı ise de, ben denemekten yanaydım. Hiçbir inandırıcı neden bulamasam da başarabileceğimizi düşünüyor, sağlık memuruna da cesaret vermeye çalışıyordum.
Daha önce elden geçirdiğimiz acil cerrahi malzeme içindeki paslı iğneleri, pensleri, ipek dikiş ipliklerini birlikte hazırlayıp, hızla işe giriştik. Dondurucu sprey, belki bir miktar anestezi sağlıyordu ama donmuş dokular dikiş atarken kolayca yırtılıyor ya da kopuyordu. İğneler ise ancak uzun sürede ve sınırlı bir anesteziye yol açıyordu. Fakat çocuğun ağrıya karşı o kadar muhteşem bir dayanma gücü vardı ki, anestezi yapmasaydık da sesini çıkarmayacaktı. Önde kulak memesinin biraz üstünden başlayıp, saçlı deride yarımay şeklinde kulağın arkasına kadar uzanan çizgi boyunca, 7-8 dikişi yaklaşık iki saatte bitirdiğimizde çocuk da ben de epey ter dökmüştük. Ama dikiş yerlerini temizleyip, operasyon alanına bir sanat eseri seyreder gibi şöyle biraz uzaktan bakarken duyduğum sevinci hiç unutmuyorum. Ötekiyle kıyasladığımda kulağın hafif yamuk durduğunu fark etmeme karşın, ne daha önce ne de sonra deneyimleme şansına sahip olduğum bir hayranlık duygusu ile eserimi (!) uzun uzun seyrettiğimi; operasyonu Hükümet Tabipliği'nin kayıt defterine çizimlerle, ayrıntılı olarak yazdığımı anımsıyorum.
Yarayı yerinden ayrılmış dokuların kaynaması için sıkı sıkı sarıp, çocuğu binbir itinayla yatağına yatırıp bir sigara yaktığımda, bütün yorgunluğum geçmiş, ilk kez işe yarar bir hekimlik yaptığıma inanarak rahatlamıştım ama "ya dokular kaynamazsa, ya yara enfekte olursa" gibi kaygıları kafamdan uzaklaştıramıyordum. Yardımcı görevliyi gönderip, lokantadan çocuk için yiyecek bir şeyler getirttikten sonra yemek saatine kadar göl kenarında biraz yürümek üzere kendimi dışarı attığımı, akşam epey rakı içtiğimi ve odama dönünce kız arkadaşıma burayı sevmeye başladığıma dair uzun bir mektup yazdığımı anımsıyorum.
Dört gün boyunca, sadece bizlerin değil, tabipliğe gelip giden kasabalıların da maskotu haline gelen çocuğun sargılarını her sabah korkuyla açıp pansuman yapıyor, her şeyin yolunda olduğunu görüp rahatlıyordum. Dikişleri almama üç dört gün kala, çocuğun babası göründü. Armağan olarak getirdiği bir sepet yumurtayı ve bezlere sarılmış peynir paketini utana sıkıla verirken tekrar tekrar "Allah razı olsun" diyordu. Sağlık memuru ile birlikte, yaranın düzelmekte olduğunu ama çocuğun daha 3-4 gün burada kalması gerektiğini, ancak dikişleri aldıktan sonra gidebileceklerini, kendisinin de isterse burada kalabileceğini uzun uzun anlattık. İkna olmuş göründü ve yine tekrar tekrar "Allah razı olsun" diyerek çocuğun yanına döndü.
Ertesi sabah pansuman için sağlık memuru ile birlikte revire girdiğimizde, baba da oğlu da ortada yoktu. Yataklar düzenli şekilde toplanmış, çocuğa ve babasına ait en ufak bir iz kalmamıştı. Bir an, bütün bu olup bitenler hayal mahsulü gibi gelmiş, şaşkına dönmüştüm. Sağlık memuru, gezmeye çıkmış olabileceklerini, ya da kasabada akrabaları varsa, onları ziyarete gitmiş olabileceklerini söyleyerek beni rahatlatmaya çalışıyordu. Hiçbir şey söylemeden çekip gitmiş olamazlar diye düşünüyor, böyle kayıplara karışmalarını açıklayabilecek bir neden bulamıyordum. Sonunda, köylü milletinin bizden çok farklı akıl yürütmelerinden biriyle karşı karşıya olduğumuzu düşünüp, herhȃlde dönerler diye umut ederek beklemeye başlamıştık.
Hayır; o gün de, ertesi gün de, daha ertesi gün de dönmediler. Dikişlerin iltihaplanacağı telaşı içinde ne yapacağımı şaşırmıştım. Sonunda savcıya gidip, ondan yardım istemeye karar verdim. Savcı da şaşırmıştı. Birlikte Kaymakam’a gittik. Kaymakam, yerli memurlar aracılığı ile adamın yaşadığı bölgedeki muhtarlara haber gönderdi ama dişe dokunur bir bilgi gelmedi. Kasabalılar, bu mevsimde göçerlerin izini bulmanın kolay olmadığını söylüyorlardı. Günler geçiyor, telaşım öfkeye dönüşüyor, kendi çocuğunun hayatını riske eden, bunca iyi niyeti, emeği, uğraşı hiçe sayan bu ilkellik karşısında çılgına dönüyordum. Sonunda savcının önerisiyle, çocuğun karşı karşıya olduğu hayati tehlikeyi biraz da abartarak anlatan ve jandarma kanalıyla bulunup getirtilmesini talep eden resmî bir yazı yazdım. Ortada somut bir suç olmadığından, usulüne uygun bir arama ve celp işlemi yapılamıyordu ama jandarma komutanı da ikna olduğu için küçük bir jandarma birliği yola çıkarıldı.
Ertesi gün öğle saatlerinde baba oğul jandarma eşliğinde Hükümet Tabipliği'ne getirildi. Baba mahcup, çocuk şaşkın haldeydi. Başındaki kirlenmiş sargıların üstüne yazma gibi bir bez daha bağlanmıştı. Sargıları açarken öfkem yatışmıştı. En azından çocuğun genel durumu iyi görünüyordu, ateşi yoktu. Dikişlerin kulağın arkasındaki iki üçü biraz iltihaplanmıştı ama çevre dokularda apseleşme yoktu. Zaten gevşemiş olan dikişleri alırken çocuğun gıkı çıkmamıştı. O zamanlar kullandığımız oksijenli su ve iyod solüsyonu ile yarayı iyice temizleyip, iltihaplı dikiş yerlerine elimizdeki bir tür antibiyotikli tozdan bol bol ekip yarayı kapadık. Çocuğun en az iki gün bizde kalacağını söylediğimizde babanın sesi çıkmamıştı. Jandarma marifeti ile getirilmiş olmasından epey ürktüğü için, başına iş açılacağından korktuğu belliydi. Jandarmalar bir tutanak imzalatıp gittikten sonra babayı karşıma alıp, neden onları zor kullanarak getirtmek durumunda kaldığımızı uzun uzun anlatmaya çalıştım. Daha önce tekrar tekrar anlattığım halde neden bize haber vermeden çocuğu götürdüğü yolundaki sorularıma bir türlü net yanıt alamıyordum. Başını öne eğip, "İşimiz vardı", "Bilemedik" gibi kaçamak sözcükleri tekrar edip duruyordu.
Ben tam tipik bir köylü aymazlığı ile karşı karşıya olduğuma karar verecektim ki yine başını eğerek, beni şaşkına çeviren ve bunca yıldır hiç unutamadığım bir şey söyledi: "Paramız yoktu Doktor Bey!" Önce ne demek istediğini anlamamış, kasabada kaldığı günlerde yapmış olabileceği ufak tefek masrafları kast ediyor sanmıştım. Sağlık memurunun yardımı ile iyice sorgulayınca mesele anlaşılmıştı: Çocuğa uyguladığımız tedavi karşılığında kendilerinden yüklü bir para talep edileceğini zannedip, bunu karşılama olanakları bulunmadığı için riskleri göze alıp kaçmaya karar vermişlerdi. Günlerce üzerine titreyerek tedavi etmeye çalıştığım bir çocuğun babasından bunları duymak bana ağır gelmişti. "Senden para isteyen mi oldu be adam!" diye haykırırken, öfkelenmeye hakkım olmadığını biliyor ama kendimi kontrol edemiyordum. Buralarda benden çok önce yerleşmiş kurallar olduğunu, hekimlerin çoğu zaman hastalarını muayenehanelerinde para karşılığı gördüklerini, evde hastaya gittiklerinde ek ücret aldıklarını, ayrıca muayenehanelerde ilaç sattıklarını, uzun süren tedavilerin pazarlıkla "götürü usulü" yapıldığını ve bunları kimsenin yadırgamadığını o günlerde öğrenecektim. Keza, bu düzenden sağlık memurunun ve yardımcı görevlinin de az çok sebeplendiğini, dolayısı ile benimle birlikte onların kısmetlerinin kesildiğini de…
Üç gün içinde çocuğun dikiş yerlerindeki iltihap tamamen düzelmiş ama benim yeni yeni yeşermeye başlayan hekimlik hevesim erkenden yıpranmıştı. Buradaki mevcudiyetimde sanki bir yanlışlık vardı. Bütün çabalarıma karşın en yakınımdakileri bile memnun edemiyordum. Bu duygu karmaşası içinde bocalarken, ilk hekimlik pratiği olarak ilaç niyetine verdiğim bir kavanoz oraletin şikayetlerine çok iyi geldiğini söyleyen yaşlı hasta ziyaretime gelmiş ve aynı ilaçtan bir kavanoz daha istemişti. Ona, verdiğimin aslında ilaç değil bir tür çay olduğunu, bazen böyle içeceklerin işe yaradığını ama elimde başka kalmadığını anlatmaya çalışırken kendi halime gülüyordum.