Süphan Dağı’na çıkışımızın üzerinden bir hafta geçmeden, Aydınlar’a yakın bir Göçer köyünde, iki aile arasında nedeni bilinmeyen kanlı bir hesaplaşma başlamış ve nispeten kısa bir süre içinde üç erkek öldürülmüştü. Bu yüzden kısa aralıklarla üç kez, savcıyla birlikte olay yeri incelemesi ve otopsi için Süphan eteklerine çıkmak zorunda kalmıştık. Öldürülenlerin hepsi genç adamlardı. Kasabalıların anlattıklarına göre, Göçer dedikleri, hayvancılıkla geçinen aileler arasında bu tür kan davası cinayetleri pek mutat değildi. Köyde yaşayanlardan veya öldürülenlerin yakınlarından hiçbir bilgi alınamıyordu ama cinayetlerin arkasında bir "namus" meselesi olduğu belliydi.
Göçerler ya da Koçerler ( Kürtçe) hakkında, "Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, hayvancılıkla geçinen ve ilkbaharla birlikte yüksek yaylalara konup göçen gezgin Türkmen ve Kürt aşiretleri" oldukları gibi, kulaktan dolma malumat dışında bilgim yoktu. Bir de Ruhi Su’dan belleğimde kalan bir Dadaloğlu türküsü:
Yine Tuttu Gavur Dağ'ın BoranıHançer Vurup Açarladı YaramıSana Derim Mıstık Paşa Ereniİçindeki Bunca Beyler Nic'oldu?
Sabahaca Kandilleri YanardıSoytarılar Fırıl Fırıl DönerdiHa Deyince Beş Yüz Atlı BinerdiSana İnip Konan Beyler Nic'oldu?
Süphan’ın göçerleri farklıydı kuşkusuz ama öğrendiğim kadarıyla onlar da konup göçen ve aşiret düzenini sürdüren, kendi halinde, barışçı bir halktı.
Hükümet Tabipliği'nde, pek az kullanıldığı için oldukça iyi durumdaki otopsi çantasının içinde, ilkel koşullarda inceleme yapmaya yetecek her tür alet vardı. Savcının istediği, kurşunun giriş-çıkış delikleri, ölüm nedeni ve benzeri sıradan bilgilerden ibaret olduğu için ayrıntılı otopsiye ihtiyaç yoktu. Cinayetler neredeyse birbirinin aynısıydı. Hepsinde yakın mesafeden tabancayla ateş edilmişti ve kurşunların giriş-çıkış delikleri, genellikle sol göğüs yarısında, kalp ve ana damarlara isabet edecek yerlerdeydi. İlkinde epey sarsılmış; cinayetin işlendiği samanlıkta boylu boyunca yatan dalyan gibi genç ölüyü, başında kısık sesle Kürtçe ağıt söyleyen kadınları, sağda solda dolaşan çocukları ve köpekleri gerçeküstü bir masal gibi algılamıştım.
Katil belli değildi. Cinayet gece işlenmiş, kurbanın karısı silah sesini duymuş ama nereden geldiğini anlamamıştı. Savcı, az çok Türkçe bilen muhtarın yardımı ile aldığı ifadelerden kesin bir sonuca ulaşamamıştı. Aradan ne kadar zaman geçtiğini tam olarak anımsamıyorum, aldığım notlarda da net bir bilgi yok ama daha ilk olayın soruşturması sürerken, aynı köyde aynı aileden, bu kez 15-16 yaşlarında genç bir çocuk, köyün dışında bir yerde öldürülmüş, cesedini çocuklar bulup camiye taşımışlardı. Bu kez de iki kurşun göğsün sol yanından girmişti. Yine cinayeti gören ya da silah sesini duyan yoktu. Birinci cinayetle mutlaka bir ilişkisi vardı ama ne ailelerden ne de köy halkından aydınlatıcı bilgi alınabilmişti. Savcı polisiye romanları aratmayacak cinayet şemaları üzerinde kafa yoruyor ama hȃlȃ kimseyi tutuklayamıyordu.
Düğüm üçüncü cinayette kısmen çözülecekti. Bu kez, ilk iki kurbanla uzak akraba bir genç adam benzer biçimde öldürülmüştü. Cinayeti yine gören yoktu ama ifadelerden, ilk öldürülenle son öldürülenin yakın arkadaş oldukları anlaşılmıştı. Otopsiden sonra savcı ölenin eşinin ifadesini alırken, kadının hiçbir üzüntü belirtisi göstermeden, olan biteni büyük bir soğukkanlılıkla anlatışı karşısında ikimiz de şaşkına dönmüştük. Konuşurken arada küçük çocuğunu emziriyor, savcının muhtar aracılığıyla karı koca ilişkilerine dair sorduğu soruları neredeyse gülümseyerek, kaçamak yanıtlarla geçiştiriyordu. İki aile arasında, toprak, su ya da otlak yeri kavgası gibi hiçbir husumet unsuru yoktu. Aksine iki dost aile olarak hayvanlarını beraber otlatır, göçe beraber çıkarlarmış. İkimiz de, biraz karışık bir "namus cinayetleri" dizisiyle karşı karşıya olduğumuzu fark ediyorduk ama şemayı tam kavrayamıyorduk.
Elde hiçbir somut kanıt ya da ifade yoktu ama savcıyla birlikte kurguladığımız şemaya göre, ilk cinayeti büyük bir olasılıkla, arkadaşı olan son kurban işlemişti. İlk kurbanın akrabası olan ikinci kurban (çocuk), muhtemelen, ölenin intikamını almak isterken, yine son kurban tarafından öldürülmüştü. Son kurbanı ise, ilk kurbanın bilmediğimiz başka bir akrabası öldürmüş ve intikam hesabını bir eksiği ile kapatmıştı. İşin ilginç yanı ortada üç ölü vardı ama ne katil denebilecek zanlı ne de şikayetçi vardı. Savcının dosyaları nasıl kapattığını anımsamıyorum. Benim orada kaldığım süre içinde o köyde başka cinayet işlenmedi. Olayın yavaş yavaş kasabanın gündeminden düşmeye başladığı günlerde, daha önce sözünü ettiğim öğretmen arkadaş bir vesile ile yanıma uğramış ve üç insanın hayatına mâl olan cinayetlerin arka planındaki garip öyküyü anlatmıştı.
Bizim savcıyla birlikte kurguladığımız şema ana hatlarıyla doğruydu. İki aile gerçekten yakın arkadaş hatta uzaktan akrabaymışlar. Birbirlerinin evine kaç göç olmadan girip çıkar, içtikleri su ayrı gitmezmiş. Öğretmen arkadaş hikâyenin burasında, "Günahlarına girmeyelim ama.." diye başlayıp, aileler arasındaki ilişkinin biraz ölçüyü aştığını ama bunun dostluklarına hiç gölge düşürmediğini, köy yerinde mutlu mesut iç içe yaşayıp gittiklerini anlattı. Onun kulağına geldiğine göre, cinayette tetiği çektiren asıl neden, bu sıradışı ilişkinin ailelerin kasabada yaşayan akrabalarının diline düşmesiydi. Aslında köy yerinde kimse kimsenin özel hayatına karışmazdı ama kasaba öğle değildi. Dedikodu köye kadar yayılınca adamlar kasabaya inemez hale gelmiş, yıllardır dostça yaşayıp giden aileler birbirine düşman olmuş, aile içinde çiftler birbirini suçlamaya başlamıştı. Tetiği ilk kimin çektiğinin bir önemi yoktu, biri çekmese öteki çekecekti.