Hekimlik adına burada yaptığım işi daha ne kadar sürdürebileceğimin hesabını yapmaya başladığım o günlerden birinde, kasabanın belediye başkanı 6-7 yaşlarındaki oğlu için beni evine götürmüştü. Çocuk oynarken, ocakta mısır kaynatılan kazanı devirmiş ve ayakları ciddi şekilde yanmıştı. Hükümet Tabipliği'nde yanık için oldukça bol malzeme ve elimdeki acil müdahale notlarında yanık tedavisi ile ilgili epey bilgi vardı. Fakat beni asıl yönlendiren, orta okuldayken benim sebep olduğum bir kaza sonucu benzer şekilde yanan küçük kız kardeşim için uyguladığımız tedavi yöntemi olmuştu. Tıpkı bu çocukta olduğu gibi, kız kardeşimin de bileklerden itibaren ayakları yanmış, parmak aralarındaki deriler soyulmuştu. Bu nedenle iyileşme aşamasında parmakların birbirine yapışması tehlikesine karşı, her pansumanda parmak aralarına bol balık yağı emdirilmiş gazlı bez konmuştu. Yanlış anımsamıyorsam Almanya’da uzmanlık eğitimi görmüş bir doktorun tavsiyesi olan bu yöntem işe yaramış ve 2-3 hafta içinde yanıktan iz bile kalmamıştı.
Daha önce birkaç kez birlikte olduğumuz YTP’li belediye başkanı, kasabadaki Türkmen ailelerinden, yanlış anımsamıyorsam lise mezunu ve oldukça varlıklı bir insandı.
Çocuğun pansumanı için önceleri her gün, daha sonra iki üç günde bir arabasıyla gelir, işim bitinceye kadar bekleme odasında sessizce oturur, yaşı benden epey büyük olduğu halde son derece saygılı tavırlarla arabasının kapısını açıp beni oturtur ve evine götürüp getirirdi. Pansuman bittikten sonra da kaçak çay ve kete ikram eder; arada tabiplikteki masama bir kavanoz bal veya peynir gibi ufak armağanlar bırakırdı. Çocuğun yanık tedavisi tamamlandıktan sonra bir akşam, oldukça geç bir saatte beni ziyarete geldi.
Önce yine bir sağlık sorunu için geldiğini sandım ama öyle değildi. Besbelli bir şey söyleyecekti fakat bir türlü lafa başlayamıyordu. Sonunda ceketinin iç cebinden resmi yazışmalarda kullanılan sarı bir zarf çıkarıp bana uzattı. Üzerinde kırmızı iki hilal işareti ve altında "Çok Gizli" ibaresi vardı. O güne kadar bu tür bir zarf görmemiş olmama karşın, bir yerlerden bu çift hilal işaretinin, o zamanlar "Millî Emniyet" diye adlandırılan, bugünkü Millî İstihbarat Teşkilatı'nın (MİT) simgesi olduğunu biliyordum. Kuşkusuz telaşlanmıştım ama beni de şaşırtan bir soğukkanlılıkla, bu tür olayları önemsemiyormuş gibi gülümseyerek "Nedir bunlar?" diye sordum.
Reis benden daha heyecanlıydı. Kesik kesik cümlelerle "Doktorum, Van Millî Emniyeti peşindedir. Buraya da geldiler. Her ay benden yazılı rapor isterler…" dedi. Zarfın içinde yine çift hilal işaretli ve Van Millî Emniyeti'ne ait antetli kağıtlarda alt alta sıralanmış, benimle ilgili bir dizi soru vardı. Aklımda kaldığı kadarıyla en çok merak edilen yerli halktan kimlerle görüştüğüm, gelen ziyaretçiler, arkadaşlıklar, günlük faaliyetlerdi. Zarfta daha önce Reis'in yanıtladığı soru kağıtlarının kopyaları da vardı. Reis "yaptığım iyiliklerin karşılığı olarak" bu kez soruları benim yanıtlamamı, hiçbir şey eklemeden Van Millî Emniyet'e göndereceğini söylüyor, tehlikede olduğum konusunda beni uyarmaya çalışıyordu.
Söyledikleri uydurma olamazdı. Benim buradan gitmemi istemesinin de mantıklı bir nedeni yoktu. Zarfı ve içindekileri iade ederken, üzerinde uzun boylu düşünmeden, "İstediğin gibi cevap ver Reis, ben zaten yakında askere gidiyorum" deyiverdiğimi anımsıyorum. Önceden böyle bir karar vermiş değildim ama bu olasılığın zaman zaman aklımdan geçtiğinin farkındaydım. Reisi gönderdikten sonra, uzun süre uzaklardan gelen köpek havlamalarını, değirmenin tek düze sesini dinleyerek, soğuk yatak odamın penceresinden dışarıdaki alacakaranlığı seyrettiğimi anımsıyorum. O gece hiç uyuyamadım ve ertesi gün yol hazırlıklarına başladım.
Böyle kaçar gibi apar topar gitmek ağırıma gidiyordu ama gerçek de aşağı yukarı buydu. Evet buralarda bir şekilde kaybedilmekten ya da akla gelmedik suçlamalarla tutuklanmaktan, işkenceden, kalabalık cezaevi koğuşlarında bitlenmekten, bütün bunlar olmasa bile bu küçük kasabada işe yaramaz bir memura dönüşmekten korkuyordum. Kararımdan evi ve kız arkadaşım haberdar etmeden önce, resmi bir engel çıkabilir endişesiyle Millî Emniyet işinden söz etmeden kaymakamla konuşup, ailevi sorunlar nedeniyle İstanbul’a dönmem gerektiğini söyledim. Evlenmek istediğimi düşünüp, gülümseyerek, "Seni anlıyorum" dedi. Onun önerisiyle on günlük bir idari izinle gidip, arkasından "askerlik görevimi yapmak üzere" ayrılmak zorunda olduğumu bildirir bir dilekçe gönderecektim. Böylece mecburi hizmetin geri kalan bölümünü askerlik sonrasına bırakmış olacaktım.
Dönüş için en hızlı yol, Tatvan kavşağından Diyarbakır’a giden bir otobüse atlamak, oradan da yine otobüsle İstanbul’a gitmekti. Soğuk bir kış günü, Tatvan yol kavşağında sırtımda kalın paltom, elimde içine yolda okuyacağım bir iki kitabı ve not defterimi koyduğum el çantam ile otobüse atladım. Muavin giysilerimi, kitaplarımı, çektiğim fotoğrafları falan tıkıştırdığım koca valizi otobüsün üstündeki eşyalar arasına yerleştirdi ve yola koyulduk. Yol boyunca camlar buğulandığı için doğru dürüst dışarıyı seyredemiyordum. Yanıma yiyecek hiçbir şey almamıştım, bir iki mola yerinde aç karnına içtiğim çaylar midemi bulandırmıştı. Diyarbakır’a akşama doğru vardığımızda, muavin otobüsün üstündeki eşyalar arasına koyduğu valizin yerinde olmadığını, sıradan, olağan bir şey gibi söylediğinde, önce şaka yapıyor sandım. Hayır, şaka yapmıyordu, valiz yok olmuştu. Şoför kendisinin eşyalardan sorumlu olmadığını söylüyor, muavinse sadece omuz silkiyordu. Ben daha durumu tam idrak edemeden otobüs yola devam etmek üzere hareket etti. Plakasını bile almaya fırsat bulamadan uzaklaşan otobüsün arkasından, elimdeki çantayla şaşkınlık içinde kalakalmıştım.
Kaybolan valizdeki eşyaları anımsamaya çalışırken, cebimdeki 400-500 lira civarında para ile nasıl idare edeceğimi kara kara düşünmeye başlamıştım. Arada eve biraz para göndermiştim ama 6 aylık maaşımdan geriye kalan para bundan ibaretti. Bu halimi arkadaşlara anlatınca nasıl güleceklerini düşünüp, ben de kendi kendime gülmeye başlamıştım. İşi şakaya vurmaktan başka çare yoktu. İyice "hafiflemiş" halde, akşam İstanbul’a hareket edecek bir otobüse bilet alıp, yakındaki bir ciğercide karnımı doyurdum ve sur dibindeki çardaklı kahvelerden birine çöktüm. Garsona çayımı söylerken biri omzuma dokundu. Karikatürist Ferit Öngören’di. Sarılıp hasret giderdikten sonra kaybolan bavulumun hikâyesini konuşup bol bol güldük. Ferit’i küçük kardeşi, tiyatrocu Vasıf Öngören’i ve Onat Kutlar aracılığı ile tanımıştım. Bizim kuşağın önde gelen tiyatrocularından ve Brecht’i ilk sahneye koyanlardan biri olan Vasıf daha sonra epik tiyatronun ilk yerli örneklerinden biri sayılan "Asiye nasıl kurtulur?" oyununu yazdı ve sahneye koydu. Diyarbakırlı köklü bir Kürt ailesinin çocuklarıydılar. Banim tanışmadığım başka bir kardeşleri şairdi (Veysel Öngören). Aslında hukukçu olan Ferit karikatürleri gibi hayatla dalga geçen keyifli bir insandı. Karikatürlerindeki imzası nedeniyle miydi bilmiyorum, onu yakın arkadaşları "Fırt"diye çağırırdı. Vasıf 1984’te henüz 46 yaşındayken aramızdan ayrıldı.
Gece otobüsüyle bitmez tükenmez yollardan İstanbul’a doğru gelirken, yarı uyuklayarak, öğrenci iken tasarladığım hayatla bu yaşadıklarımı karşılaştırmaya çalıştığımı anımsıyorum. Sonuç düş kırıklığıydı kuşkusuz ama tuhaf bir şekilde memnundum. Bu devletin benim gibileri rahat bırakmadığını zaten biliyordum. Buna rağmen ayakta kalmak ve baş eğmemek, direnmek gerekiyordu. Bu benim seçimimdi ve her şeye rağmen mutluydum. Tam bunları düşünürken, birden not defterlerim acaba valizde mi kaldı telaşına düşmüş, koltuğun altına yerleştirdiğim el çantasını deli gibi çıkarıp karıştırmıştım. Çektiğim fotoğraflar gitmişti ama defterler çantadaydı. Aslında onların çantada olduğunu biliyordum...