Seçim çalışmalarının yoğunlaştığı günlerde, bir doktor arkadaşıyla Almanya’dan tatil için gelen Dr. Özcan Öktem’in arabasıyla, partili doktor arkadaşlarla birlikte İznik’e bağlı Müşküle Köyü’nde yaptığımız bir sağlık taramasını hiç unutmuyorum. Bölgenin kırsal kesiminde genel olarak tutucu partiler ağırlıklıyken, Müşküle Köyü’nün muhtarı Fevzi Kavuk TİP’liydi. Köye vardığımızda muhtar bizi, hali tavrı, konuşmaları ötekilere benzemeyen İsmail Başaran adında bir köylü ile birlikte karşılamıştı. Yaşı çok ilerlemiş olmamasına karşın, muhtar dahil herkes ona özel bir saygı gösteriyordu. Sağlık taramasına başlamadan önce, çay içmek üzere davet edildiğimiz Başaran’ın evinde gördüklerimiz hepimizi şaşırtmıştı.
Ötekilerden farklı olmayan mütevazı köy evinin oturma odasının bir duvarını kaplayan koca bir kitaplık vardı. Başka bir duvarda Balaban’ın birkaç tablosu asılıydı. Şaşkın bakışlarımız karşısında Başaran kendi hikâyesini anlatmıştı: "Kız meselesi" sonucu işlediği bir cinayet nedeniyle, genç yaşında düştüğü Bursa Cezaevi’nde Nazım ve Balaban’la aynı koğuşta yatmış, dünyaya başka bir gözle bakmayı orada öğrenmiş, kısaca Nazım’ın "rahle-i tedris"inden geçmişti. Bu arada Başaran, duyulmasın diye sıkı sıkı tembih ederek bize köyün bir sırrını açıklamıştı: 3 Haziran 1963’te Nazım’ın ölümü üzerine, onun 1953 yıllında yazdığı "Vasiyet" adlı şiirini anımsayarak, ileride olur da yasaklar kalkar ve Nazım’ın mezarı yurda getirilirse yerini şimdiden hazırlamak üzere, İznik Gölü’ne bakan bir zeytinliğe bir çınar ağacı dikmişlerdi.
Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü,ölürsem kurtuluştan önce yani,alıp götürünAnadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni.
(……)
Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani, - öyle gibi de görünüyor - Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni ve de uyarına gelirse, tepemde bir de çınar olursa taş maş da istemez hani...
O köy ziyaretinde tanıdığım Müşküle muhtarı Fevzi Kavuk’la dostluğumuz uzun yıllar devam etti. Gelip giden sağ iktidarlar döneminde siyasi görüşlerini zarafetle koruyarak, köyü için çırpınıp durdu. İstanbul’a her gelişinde uğrardı. 1980 askeri darbesi döneminde Nazım’ın çınarının jandarma tarafından kesildiğini ama başka bir yere gizlice başka bir çınar diktiklerini söylemişti. İsmail Başaran 1994’te, Fevzi Kavuk 18 Şubat 2017’de bu dünyadan göçtü.
Müşküle Köyü tek örnek değildi, özellikle Güneydoğu’da ve Karadeniz Bölgesi’nde tek tük böyle sıradışı köyler vardı. Seçim heyecanı içinde bu örneklere dair öyküler biraz da abartılarak kulaktan kulağa yayılıyor ve bu seçimde olmasa bile onu izleyenlerde yoksul Anadolu halkının adım adım sosyalizmi benimseyeceği inancı gittikçe güç kazanıyordu. Ben o kadar iyimser değildim ama iktidarın; gizli örgütlenmelerle güçlenip, günün birinde doğacak fırsatları değerlendirerek Ekim Devrimi'ne benzer bir hareketle ya da henüz hakkında pek az bilgi sahibi olduğumuz, Mao’nun silahlı köylü ayaklanmalarıyla ele geçirilebileceği tezlerine oranla, TİP’in "parlamentarizm"i daha akla yakın geliyordu. Egemen güçlerin buna kolay kolay izin vermeyeceklerine ben de inanmıyordum ama komünizm karşıtlığı genlerine işlemiş bu halkın ancak bu yolla, deneyip yanılarak, yavaş yavaş ikna edilebileceğini düşünüyordum. Kaldı ki bağımsızlık ve sosyalizm lehine değişmekte olan dünya dengeleri, egemen güçleri bu değişimi kabullenmeye mecbur bırakabilirdi.
10 Ekim 1965 günü yapılan seçimlerin sonuçlarını nasıl büyük bir heyecanla beklediğimizi hiç unutmuyorum. Kesin sonuçları ancak iki gün sonra öğrenebildik: Kuşkusuz seçimin büyük kazananı yüzde 52 oy ve 240 milletvekili ile Adalet Partisi (AP) olmuştu. Ana muhalefet partisi CHP yüzde 28 oyla 134 vekil çıkarmıştı. Onu yüzde 6 oy ve 31 vekille Millet Partisi (MP) izliyordu. 67 ilin 59’unda seçime giren TİP ise toplamda yüzde 3 oy alarak; İstanbul’dan üç, Ankara, İzmir, Adana, Diyarbakır, Konya, Hatay, Kars, Yozgat’tan birer olmak üzere 11 milletvekilini doğrudan, 4 milletvekilini ise "millî bakiye" diye belleklerimize kazınan seçim sistemi sayesinde kazanmış, kısaca meclise toplam 15 temsilci sokmuştu. (Mehmet Ali Aybar, Rıza Kuas, Muzaffer Karan, Tarık Ziya Ekinci, Sadun Aren, Yahya Kanbolat, Cemal Hakkı Selek, Adil Kurtel,Behice Boran, Yunus Koçak, Şaban Erik, Yusuf Ziya Bahadınlı, Ali Karcı, Kemal Nebioğlu, Çetin Altan)
TİP’in 15 milletvekili ile Meclis'e girmesi siyasi iklimi derinden etkilemişti. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Meclis çatısı altında ilk kez sosyalist kimliğini gizlemeden emekten, sömürüden, emperyalizmden söz eden konuşmalar yapılıyor, ileri sürülen siyasi görüşlere karşı giderek dozu yükselen kaba şiddetle yanıt verilmeye çalışılıyordu. Daha ilk bütçe görüşmeleri sırasında Mehmet Ali Aybar Meclis kürsüsünden, "Türkiye’de 35 milyon metre kare vatan toprağı Amerikan işgali altındadır" diye sesleniyor, ABD üslerinin kapatılması ve NATO’dan çıkılması yolunda önerge veriyordu. Başka bir oturum sırasında Çetin Altan, AP’li milletvekillerinin saldırısı ile Meclis kürsüsünden indirilip tekme ve yumruklarla linç edilmekten, TİP’in genç milletvekillerinden Yusuf Ziya Bahadınlı’nın, Çetin Altan’ı savunmak için tekmelere hedef olmayı göze almasıyla kıl payı kurtulmuştu. Yıllar sonra TİP’in Meclis'e girdiği günleri Yalçın Doğan Hürriyet Gazetesi’ndeki köşesinde şöyle anlatacaktı :
"MECLİS kürsüsünde iktisat profesörü Sadun Aren tane tane konuşuyor: 'Sizin yaptığınız plan değildir, aldatmacadır. Ekonomik kalkınma için yapılması gereken ekonomiyi baştan sona düzenleyen bir plan yapmaktır.'
Adalet Partisi milletvekilleri sıralara vuruyor, 'Komünistler Moskova’ya!' diye bağırıyor. Sadun Hoca istifini hiç bozmuyor: 'En iyi plan Sovyetler’de yapılıyorsa, evet, onu örnek almak gerek.' Ardından nasıl plan yapılır, sosyalist sistemde ekonomik kalkınmaya nasıl ulaşılır, onu anlatmaya başlıyor. 450 kişilik Meclis'te 240 sandalyeye sahip Adalet Partisi (AP) iktidarı bu kez çıt çıkarmadan TİP milletvekili Sadun Hoca’yı dinliyor. Ders dinler gibi. (….)
Günümüzde hâlâ çözüm bekleyen Kürt Sorunu enine boyuna yine TİP ile siyasal hayatımızdaki yerini alıyor. 1963’te Mehmet Ali Aybar Gaziantep’te partisinin toplantısında, resmî söylem dışında, sorunu ilk kez açıyor. Etnik, kültürel ve ekonomik çözüm gerektiğini söylüyor. Bu sözleri bugün söylemek kolay. Bundan elli yıl önce, Kürt lafını ağza almanın suç sayıldığı, Kürtçenin yasak olduğu bir ortamda, Kürtlerin demokratik haklarından söz edebilmek, her babayiğitin harcı değil." (Hürriyet 19 Şubat 2011)
1996 yılında Özgürlük ve Dayanışma Partisinin (ÖDP) kuruluşu sırasında, Ufuk Uras’la birlikte Çankaya’da ziyaret ettiğimizde, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel o günleri anımsayarak, Mehmet Ali Bey’in, Behice Hanım’ın, Sadun Bey’in Meclis'e siyasi kalite getirdiklerini, onlardan çok şey öğrendiklerini söylemiş; böylece epey gecikerek de olsa, kendi milletvekillerinin yaptıklarından dolayı duyduğu mahcubiyeti dile getirmişti. Türkiye siyasetine "Dün dündür, bugün bugündür" gibi şaibeli özdeyişler miras bırakan Demirel’in, bunları söylerken ne derece samimi olduğu tartışılır elbette ama yaşadığımız günlerin egemen siyasetçilerinin seviyesizliklerini düşününce, onu rahmetle anmak gerektiğini görmemek mümkün değil.