Dünyanın birçok ülkesinde ve özellikle de Türkiye'de önemi anlaşılamayan eylemlerin başında okumak geliyor. Tarihin ilk dönemlerinde çok uzun yıllar boyunca dünyaya dair tüm bilgilerini deneyimlerden ve sözlü aktarımlardan alan insanoğlu, yazının bulunuşuyla beraber bilgi birikimini de çok daha sistematik bir şekilde gelecek kuşaklara aktarma imkanına kavuştu. Her ne kadar matbaanın bulunuşuna kadar bilginin yayılım hızı görece düşük olsa da devletlerin ve toplumların gelişiminde okuma yazma bilenlerin oranı her daim belirleyici oldu. Matbaanın icadını takip eden süreçte de bu durum artarak devam etti. Yazmaya, okumaya ve dolayısıyla da düşünmeye önem veren toplumların gelişim hızı dün olduğu gibi bugün de diğerlerine göre daha yüksek.
Ülkemizde ise okuma alışkanlığının yeterince güçlü olmadığı hepimizin malumu. Oysa insanlığın binlerce yıllık birikimini içlerinde barındıran kitaplar medeniyetin de temel taşlarını oluşturuyor. Hemen hiçbir alanda o güne kadar geliştirilen bilgi birikimine hakim olmadan daha iyiye gitmek mümkün olmuyor. Çoğu defa da geçmişte çok defa sorulup yanıtlanmış sorulara, çözülmüş problemlere tekrar tekrar eğilmek, deyimi yerindeyse Amerika'yı yeniden keşfetmeye çalışmak, gerek birey gerekse toplum olarak zaman kaybetmemizden başka bir işe yaramıyor.
Okuma alışkanlığını toplum olarak nasıl kazanabiliriz sorusuna cevap aramayacağım ama bir kez okumanın tadını alan bir kişinin asla eskisi gibi biri olmayacağını rahatlıkla söyleyebilirim. Hatta bir süre sonra okumak o kişi için lüks ya da iyi zaman geçirmeye yardımcı bir aktivite olmaktan çıkıp hava gibi, su gibi bir ihtiyaca dönüşür. Hele ki hemen her konuda bilgi birikiminin adeta patladığı bir çağda öğrenilebilecek onca şey varken okumayı bırakmak, hatta ara vermek bile okur için neredeyse imkansızdır.
İşin bir zor yanı da burada ortaya çıkıyor. Tarih boyunca yazılmış çok sayıda kitaba, her sene yüz binlercesi yenisi ekleniyor. Dergiler, gazeteler, makaleler de cabası. Böyle bir kaynak bolluğu içerisinde ne okuyacağımız, nereden başlayacağımız başlı başına bir sorun gibi görünebilir. Ancak hemen her zorlu süreçte olduğu gibi okumakta da en zor yan her zaman başlamaktır. Öyle ya da böyle bir yerden okumaya başlayan kişi çok geçmeden kendi için en keyifli ve yararlı eserlere ulaşmakta zorluk çekmez. Kısa sürede kendi tarzını oluşturup bu yolculukta ilerlemeye başlar.
Okumak benim için de vazgeçilmez bir eylem. Uzmanlaşmak istediğim alanlar dışında zayıf temelimi güçlendirmek istediğim birçok konuda da okumaya çalışıyorum. Kimi zamansa sadece keyifli zaman geçirmek, bir anlamda dinlenmek için okuyorum. İlk kitabımı yazmaya götüren sürecin de, T24'teki yazarlık maceramın temelinde de okumanın yer aldığı muhakkak. Herkes için olduğu gibi benim için de bazı kitapların yeri diğerlerinden farklı. Ve bazıları da var ki cevap verdikleri sorular ya da yarattıkları aydınlanma sebebiyle bana ömür boyu eşlik edecekler.
İşte bu kitaplardan bazılarına bu köşede ara ara çok kısaca yer verip dikkatinize sunmak istiyorum.
Daron Acemoğlu ve James Robinson'un beraber yazdıkları Ulusların Düşüşü ve Dar Koridor kitapları cevap aradıkları sorular itibariyle okunması gerektiğini düşündüğüm kitapların başında geliyor.
gibi sorulara tarihsel perspektif içinde rasyonel yanıtlar veren bu eserlerin işlediği tezlere çok kısaca değinelim.
Dar Koridor'un tezi, güçlü ve halklarına hizmette başarılı devletlerin en temel özelliklerinin devletin gücü ile toplumun gücünün dengede olduğu ülkeler olduğudur. Bir başka deyişle devletin toplum tarafından sıkı bir şekilde denetlendiği, toplumun da devletin koyduğu yasalarla sınırlandırıldığı bir ülke… Bu dengenin kurulamadığı toplumların ya çok güçlü devlet otoritesi altında ezildiği ya da devlet otoritesinin hemen hiç olmadığı, daha çok toplumsal geleneklerin baskısı altında, yer yer anarşi dolu bir ortamda yaşamak durumunda kaldığı belirlenmiş. Devlet ve toplum gücünün el ele yükseldiği, devletin toplum tarafından yasalar aracılığıyla kontrol altında tutulduğu durum her an bozulabilecek koşulları nedeniyle dar koridor olarak tanımlanmış ve kitaba da ismini vermiş.
Kitapta somut örneklerle despotik ve namevcut devletlerin özellikleri inceleniyor. Dar koridora giriş yapıp gelişimini hızlandıran, halkının mutluluğuna hizmet eden devletler, ya da tam tersi dar koridordan çıkıp ya despotik rejimlere ya da anarşi dolu devletlere dönüşen ülkeler ve bu durumların ortaya çıkmasına sebep olan koşullar detaylı olarak anlatılıyor.
Kitapta en etkilendiğim bölümlerden biri de güçlü devletlerde yaşayan özgür halkların neden Batı'da ortaya çıktığını inceleyen bölüm. Burada iki faktörün karılaşması sonucu oluşan bir sentezle, devlet ve toplum gücünün dengede olduğu ülkelerin oluşması ön plana çıkarılıyor. Bu iki faktörden ilki Roma İmparatorluğu'nun despotik ve kurumsal yapısı, diğeri ise Cermen kabilelerinin otorite kabul etmeyen doğrudan demokrasiye yakın, daha ilkel yapısı. Burada Roma İmparatorluğu devletin toplumu ezici gücünü simgelerken Cermen kabileleri ise toplumun olmayan devlet üzerindeki gücünü simgeliyor. Bu iki etkinin sentezi ise güçlü ve özgür ülkelerin temelini oluşturuyor.
Dar Koridor kitabı elbette sadece çözüm önermekle kalmıyor, despotik ya da namevcut devletten koridora giriş, koridordan despotik yönde ya da devletin iyice zayıflaması yönünde çıkışa dair de tarihten birçok örnekle tezini pekiştiriyor. Nazi döneminde koridordan çıkan ancak 2. Dünya Savaşı sonrasında tekrar koridora girip bir başarı hikâyesi yazan Almanya ilgi çekici örneklerden sadece bir tanesi.
Yazarların Dar Koridor'dan birkaç yıl önce yazmış olduğu Ulusların Düşüşü ise aynı konuya biraz daha farklı bir açıdan yaklaşıyor. Benzer coğrafyalarda yaşayan, yer yer benzer tarihi geçmişe sahip ülkelerin günümüzde halklarına sunabildikleri/sunamadıkları refah arasındaki uçurumdan yola çıkarak sebeplerini araştıran bu eser de Dar Koridor gibi çok ciddi bir akademik araştırmanın ürünü.
Daha somut olarak ifade etmek gerekirse kitabın cevabını aradığı sorulara bir örnek olarak Amerika Birleşik Devletleri ve Meksika arasındaki benzerlik ve farklılıklar verilebilir. Bu iki ülke sınırının kuzeyi ve güneyi arasında gerek coğrafi koşullar gerekse doğal kaynaklar açısından ciddi bir fark olmamasına karşın ülkelerin gücü ve vatandaşlarının refahı açısından gözlemlenen çok ciddi farklılıkların sebebi ne olabilir? Ya da Coğrafi Keşifler İspanya ve Portekiz tarafından başlatıldığı halde İngiltere ve Hollanda'nın ilerleyen dönemde öne çıkması, hatta bu durumun İngiltere'nin Sanayi Devrimi'ne ev sahipliği yapmasına kadar gitmesinin temel nedeni nedir?
Ulusların Düşüşü kitabının bu konudaki tezi devletlerin üzerlerinde yükseldiği kurumlar arasındaki farklılıkların ülkelerin gücü ve halklarının refahı arasındaki farkların da sebebi olduğu üzerine kurulu. Tüm vatandaşları kapsayıcı ve onların hizmetinde olan kurumlar oluşturmayı başarmış devletlerin, bir grup elite hizmet edip halkın büyük bölümünü sömürmeye yarayan kurumlara sahip devletlere olan üstünlüğü tarihten örnekler ve derinlemesine analizlerle ortaya konuyor. Örneğin, hukukun üstünlüğünün bireysel girişimleri destekleyici etkisi vurgulanırken bunun sağlanamadığı ülkelerde bireylerin geri planda kalmayı tercih edip çoğu siyasi desteğe sahip kartellerin daha öne çıktığı, bunun da halkın refahına hizmet etmekten uzak koşullar oluşturduğu belirlenmiş.
Hangi ülkelerin kapsayıcı kurumlar geliştirebildiği sorusunun cevabı da aslında Dar Koridor kitabında verilmiş. Dolayısıyla bu iki kitabı bir bütün olarak ele alıp okumanın daha faydalı olduğunu söyleyebilirim.
İyi pazarlar, iyi okumalar…