Kendini, sevgilini, eşini affetmek… Arkadaşını, bir topluluğu, bir halkı affetmek… Bir katili, hırsızı, gaspçıyı affetmek… Bir dönemi, o dönemde yapılanları affetmek…
Sürekli affetmek üzerine konuşuyor, artık alışmaktan sıkılmış bir duyguyla olup bitecekleri izleyip duruyoruz.
Haklı koltuğumuzdan âlemi seyredip, kendimize yapılan "yanlışları" sıralayarak, mağduriyetin o zarif şefkatine sığınıp yaşamaktan söz etmiyorum.
Gerçekten, can acıtan, hayata mâl olan, emeği yok eden, sürdürebilmeyi imkânsız hale getiren, hayal kırıklığı yaratan bir durumda "affetmek" sözünü ettiğim.
Belki bu yüzden, gelip size durmaksızın affetmenin faziletlerinden, sizi nasıl özgürleştireceğinden, kin ve nefretin insana yapabileceklerinden bahsedenlerle konuşmak istemiyorsunuz.
Ve yüzlerine yerleşen garip anlamama duygusuna karşılık, ne yapsanız sonuç alamayacağınız düşüncesi yerleşiyor kalbinize.
Geri dönüşü olmayan hasarların, iyileştirilemeyen yaraların sahiplerinin, bir başkasının yaptığıyla yaşamı baştan aşağıya değişenlerin gözlerindeki vazgeçmişlikle, bu duygunun kenarından geçmemişlerin gözlerindeki ışıltı arasındaki uçurumu, tüm mesafelerden seçebiliyorsunuz.
Ama uçurumdan düşmemiş olanlara yüksekliğin verdiği korkuyu anlatmak imkansız, biliyorsunuz…
Suç ve Ceza’da, Raskolnikov’un zihin atlasını anlamaya çalışırken, öldürülmeyi hak eden ve hak etmemesine rağmen öldürülen arasında bir girdapta bulursunuz kendinizi.
Girdap, öldürenin bir daha aynı kişi olup olamayacağı, günahının kefaretini ödeyip ödeyemeyeceği sorularıyla iyice içine çeker sizi.
Gerçek yaşamda da sürekli dönüp duran o girdap, "affetme hakkı olan" sıfatını taşıdığınızda bir yeryüzü çukuruna dönüşür. İçine düştüğünüzde kurtulma umudunuzun kalmadığı, üzerinizin bütünüyle kapanacağı bir büyük çukur.
Bu nedenle o sıfatı taşıyanlar herkesten çok düşünür. Nasıl affedebileceği, koruması gereken insanları, gururu, onuru neden koruyamadığı, bunun bedelinin ne olması gerektiği, bu duyguyla nasıl yaşayacağı…
Bireysel konularda da toplumsal konularda da affetmek, bu nedenle bir yüce gönüllülük meselesi değildir.
Affedilecek kişinin bir eylemi, gittiği yoldan döndüğünü gösteren bir işaret, bir pişmanlık belirtisi, bir emek, bir çaba, bir bedel olması gerekir.
Kendini affetmenin de gittiğin yoldan emekle, çabayla hak edilen, bir "u" dönüşü gerektirdiği gibi.
Suç söz konusu olduğunda da durum bundan farklı değildir.
Bir yeryüzü çukuruna diri diri hapsolmak istemeyen ancak bir biçimde nefes alabileceği bir küçük aralığın doğmasını bekleyenler de görmek ister.
Kimi suç işleyene "selam" verilmemesini yeterli görür, kimi o kişinin öldürülmesini, kimi o kişinin de yaşamından olmasını ve sürekli cezaevinde kalmasını, kimi ıslah edilmesini.
Bu yüzden ceza mağdura sorulmaz.
Ama toplumsal sözleşme gereği suç işleyeni cezalandıran sistemin de adaletli olması beklenir.
Türkiye ise ceza adaletini sağlamak bir yana, cezaevlerini boşaltmak için uydurulmuş "kader mağduru" kavramı üzerinden hareket edilen bir af cennetidir.
Cumhuriyetin başından bu yana 100’ü aşkın af düzenlemesinin yapıldığı, darbe affından, Rahşan affına, genel aftan, 10. yıl affına kadar uzanan bir af tarihidir ceza infaz sistemi.
Son 10 yılda örneğine sık rastladığımız, "asla af anlamına gelmiyor" diyenlerin çıkarttığı örtülü af düzenlemeleri bu listede yok.
Verilen cezanın sadece yarısının cezaevinde geçirileceğini suçlular ve mağdurlar dışında bilen yok. Cezanın son iki yılının şartla salıverme adı altında dışarıda geçirileceğini de…
Son 5 yılın zaten "özgürlük" anlamına gelen açık cezaevinde geçirildiğini de kimseler bilmiyor.
İki yıla kadar suç oluşturan bir eylem söz konusuysa hiç cezaevine girilmediğini de…
Şimdi Meclis’e getirilecek yeni infaz indirimi düzenlemesinin zaten indirimli bu cezaları aşağıya çekip, kalıcı hale getireceğini de…
Yeni düzenlemeyle hasta, yaşlı ve hamileler için evde infaz, haftasonu infaz gibi sistemler getiriliyor.
Elbette herkes için değil…
İstismar, bazı uyuşturucu suçları, örgütlü suçlar, terör suçları, kasten öldürme, mükerrer suçlar güya paket dışında.
Ama istisnaları zaten olacak ya da Anayasa Mahkemesi kararıyla oluşacak.
Kader kurbanları falan değil, bile isteye suç işleyenler, uyuşturucu satanlar, gasp edenler, can yakanlar, tacizde bulunanlar, insan yaşamına zerre saygı duymayan ve bu konuda biraz olsun düşünme gayretinde bulunmayanlar yine sokaklarda dolaşacak.
Misal çaresizlikle birine zarar vermiş ve bunu hayatıyla ödemiş olanlar listede yok. Slogan atanlar, düşüncelerini söyleyenler yok. Başkasının hakkını savunanlar yok. Bir torbaya ismi atılıp, gerçek suçlularla aynı kefeye konulanlar yok, onlar olmayacak… Hiçbir zaman olmazlar.
Adı af olmayan bir düzenlemeyle, yeniden bildik bir hikâye tekrarlanacak…
Sistematik çıkartılan aflara rağmen kapasiteyi kat kat aşarak cezaevlerine nasıl 294 bin kişinin konulduğuna kafa yormak yerine, yeni cezaevi yapan, mevcutları da olası düşünce suçluları için boşaltan bir sistem.
Yakını öldürülen birisi, bu sistemde 10-15 yıl içinde katilin elini kolunu sallayarak dışarıda gezindiğini izlemek zorunda.
Tecavüze uğrayan, gasp edilen, haksızlığa uğrayan kim varsa suçlunun aldığı ve çektiği cezadan tatmin olmuyor, olmayacak.
Bütün bunları yapanlar ise birkaç kavrama sıkı sıkıya tutunacak ve gözlerindeki anlamaz ifadeyle devletin affetme yetkisi olmadığını, zaten bunun da af olmadığını, zaten kader kurbanlarının da kazanılması gerektiğini, zaten devletin şefkat elinin bu insanların üzerinde olduğunu anlatacak.
Bir sonraki cinayete, bir sonraki hırsızlığa, bir sonraki istismara kadar…
Sonra cezaların arttırılması, infaz sürelerinin değiştirilmesi, devletin gereğini yapacağı vs. vs…
Bıktırıcı, değişmeyen, değişmeyecek bir ezber.
Çok da bir şey değil beklenilen…
En azından buna neden olanların kendilerini affetmek üzerine düşünmesi bile belki yeter…
T24’ün notu: Bu yazı Elazığ’daki depremden önce yazıldı. Can kayıpları için başsağlığı ve sabır, yaralılara şifa diliyoruz.