Genelgelerle, tüzüklerle, televizyon programlarında söylenen sözlerle, "Bence öyle" denilerek, "yurtdışında da böyle" denilip, saçma bir emsal verilerek yönetilen memlekette, insanlar ölür, kadınlar ölür, çocuklar ölür.
Normaldir tüm bu keşmekeşte!
Biraz olsun "demokratik" görünebilmek için misal, yıllar önce, polis kasklarına numaralar yazılır, bundan sonra "kimin ne yaptığını göreceğiz" denilerek masallar anlatılır.
Sonra, bir sabah, şiddet görüntülerinin çekilmesinin "polislerin özel hayatını deşifre ettiği" gibi bir gerekçe uydurulup anayasaya aykırı genelge çıkartılır.
Birileri savunur o genelgeyi ölümüne… İktidar partisinden, "polisin diziyle boğaza basması normal, nefessiz bırakması normal değil" açıklamaları yapılır.
Herkes aslında neyin ne olduğunu bilir bu ülkede.
Ama ya işine gelmez ya nefretinden söylemez birileri ısrarla gerçeği, işin aslı korkaktır.
* * *
Ümit Kurt, henüz 14 yaşında öldürüldü, Cizre'de, 2015 yılının başında.
Boyacılık yapıp ailesine destekte bulunmaya çalışıyordu. Çocuktu.
Babası Abdullah Kurt, şöyle anlatmıştı o dönemde oğlunun ölümünü:
"14 yaşındaydı benim oğlum. Boyacı, bazen amele. 20 liraya çalışırdı. Okumadı, ben istedim ama olmadı. Zaten iflas etmiştik. Çalışayım dedi. Diğer çocuklarım hasta, Ümit bana yardım eden tek çocuğumdu. Kimseye zararı yoktu. Kimse bizi dinlemiyor. Karanlıkta sokağa giriyorlar. Panzerlerde bekliyorlar. Biz bu vatanın evladı değil miyiz? Ümit daha sokağa çıkar çıkmaz, 20 ev kadar uzaklaşmış ki orada kendi yaşıtlarıyla oynarken vuruluyor. Hayatta kimseye zarar vermemiş bir çocuk vuruluyor. Ne hakkınız var? Çocuk bu, korkuyor, bir köşeye siniyor ama orada vuruluyor. Göğsünden çıkmış mermi. Ben evde oturuyordum. Herkes oturuyordu. Söyledikleri gibi çatışmalar olsa kim oturabilir? Hastaneye koştuğumda oğlum ölmüştü. Savcı, bana 'Sen katilin bulunmasını istemiyor musun?' dedi. 'Ben katilin kim olduğunu biliyorum' dedim. Birkaç saat sonra oğlumu benden kaçırıp Diyarbakır'a götürdüler. Çatışma falan yokken vuruldu benim oğlum. Plakasız araçtan ateş açıyorlar. Plakasız devlet aracı olur mu? Niye plakaları söküyorsunuz? Cumhurbaşkanı, Başbakan'dan rica ediyorum, bir kere de bizi dinleyip, bu plakasız arabaları bir araştırsınlar."
Orada bitmedi.
Birkaç gün sonra Nihat Kazanhan öldürüldü. 12'sindeydi daha.
Babası Emin Kazanhan anlatsın, neler yapıldığını oğluna:
"9 çocuğum var. Nihat beşinciydi. 6. sınıfa gidiyordu daha. Çıkıp bazen amcasına çıraklık yapıyordu ama aklı oyundaydı. O gün Irak'a gitmiştim. Ben aileme bakmak için sürekli gidiyorum. 2 gün varsam, 10 gün yokum. Daha varır varmaz telefon geldi bana, yaralı olduğunu söylediler. Kamyonu bıraktım geri geldim. Diyarbakır'a göndermişlerdi cenazesini. Son dönemde çok korkuyorduk, şimdi daha da çok korkumuz var. Açık gözle oğlumun nasıl vurulduğunu görenler var. Hepsi resmen plakasız bir Akrep aracıydı diyorlar. Oğlum arkadaşlarıyla oynarken, gelip vurup gittiğini söylüyorlar. Kafasına isabet etmiş. 12 yaşında bir çocuk kime ne yapabilir? Ben hep korurdum çocuklarımı, her şeyden korurdum. Yoktum ki burada. Yemek bile yememiş oyuna gitmek için. Bir kere de sözümüzün kıymeti olsun."
Sonra ne oldu?
Özel hayatları zarar görüyor diye kamusal alandaki bir olay kameraya çekilmediğinde ne olacaksa o oldu elbette.
Ümit Kurt'un ölümü ile ilgili açılan davada, üstelik "kasten öldürme" suçundan açılan davada, yargılanan polis beraat etti.
Görüntü yoktu.
Mahkeme ise hedef gözetilerek ateş edildiğine yönelik raporlara, "Silahım düştü, ateş aldı" diye kendini savunan polisin mantık dışı sözlerine, Ümit Kurt'un elinde, belinde, sağında solunda silah olmadığının raporlarla anlaşılmasına, boyacı olduğunu kanıtlayan belgelere ve raporlara rağmen beraat kararı verdi.
Gerekçeli kararında da bir manası olmayan şu gerekçeleri sıraladı:
"… silahlı şekilde gerçekleştirilen davranışa karşı görevinin gereği olarak ateş etmek suretiyle öldürme eylemini gerçekleştirdiği anlaşılmakla, her ne kadar kanun metninde ceza verilmez denilmekte ise de kastedilenin ceza tertip edilmeyeceği değil, hiçbir şekilde ceza almayacağı, yani beraat etmesi gerektiği anlaşıldığından, sanığın beraatına karar vermek gerekmiş, aşağıdaki gibi hüküm kurulmuştur."
Potansiyel terörist sayılan bir çocuk karşıdaki, ne yapsınlar değil mi? Kim terörist, kim değil, belli olmaz…
12 yaşındaki Kazanhan'ın davasında iddialar daha da vahimdi.
12 yaşındaki çocuk ateş açmıştı. İki polis, ateş hattı içerisinde kalmıştı. Buna rağmen Kazanhan'ı başından vuranlar polis değildi. Belli ki içlerinde yer aldığı teröristler öldürmüştü…
Hatta Kobani olayları sırasında örgütün kaçırdığı pompalı tüfekle öldürüldüğü bile yazıldı.
Ancak nasıl olduysa, bir hata yapılmıştı. Çekilen görüntüler vardı.
Araç geliyor, polisler iniyor, sakince etrafı izliyor, sonra arabadan silahı alıp, uzaktaki Nihat'ı başından vuruyordu.
Görüntülere karşı bir şey demek mümkün değildi.
Bu yüzden, mahkeme 13 yıl 4 ay hapis cezası verdi ateş eden polise. Yanındaki polis ise nedense ceza almadı. Kasten öldürme suçuna ise neden müebbet değil bu kadar düşük bir ceza verildiği "anlaşılamadı."
"Anlaşılamaması" lafın gelişi elbette. Mahkemedeki "olumlu" davranışları, "faziletli davranışları", bilumum diğer indirimler, vs…
Üstelik ceza almayan polis, kendini kurtarmak için ne yapmışlarsa açıkça söyledi:
"Cinayeti yanımdaki meslektaşım işledi. Olay sonrası karakolda toplandık. Kolektif şekilde olayı gizleme kararı aldık… Tüm amirlerimiz bu karardan haberdardı."
Yargıtay da kolektif işlenen bu suça rağmen sadece tek polisin kuşa dönmüş ceza almasını onadı üstelik.
Elbette bu yazılardan sonra bir dolu maille, "Polisimizi seviyoruz" deniyor, herhangi bir cezasızlığa işaret ne zaman edilse, birilerinin nazarında hain oluveriyorsunuz.
Ama asıl ihanet, polis hakkında bu yargıyı oluşturan, cezasız bırakan, devleti kendisi sayan, hamasetle üç cümle ettiğinde suçlarından arındığını düşünenlerin yaptığı.
İhanet, sadece iktidar seven, polisi de bu yüzden sevdiğini söyleyen, kutsamak yerine mesleğin nasıl yapılması gerektiğini konuşsa biraz olsun memlekete faydası dokunacakların eylemi.
"Müdahale" adı altında kol kırmak, en temel ifade özgürlüğü hakkını engellemek için insanları saçlarından sürüklemek, bunun ve diğer tüm "müdahale" adı altında yapılanların hakkı olduğuna inanmak polislik mesleğinin gereğiyse, sevilecek pek bir tarafı yok.
Ama gizlenecek tarafı da yok o zaman değil mi?
Madem ki mesleğin gereği bu, ortada bir suç olmadığına göre, özel hayat gibi uydurulmuş gerekçelerle anayasayı ihlal etmeye gerek de yok. Açın polis kameraları dahil tüm kameraları, bırakın herkes temel haklarını kullanıp çeksin ne çekiyorsa.
Ama işte zaten cezasızlık kültürüne teslim olmuş bir devlet mekanizması, bir çocuk öldüğünde bile bunları yapıyor görüntüler yoksa.
Görüntüler olduğunda bile kuşa dönmüş cezalar veren bir sistem, olmadığında, öleni yargılayıp, istediği gibi suçlu ilan edebiliyor…
Ve bir koro tarafından alkışlanıyor diye de doğru yaptığını sanıyor.
Ama aynı koro zaten her şeyin doğru yapıldığını söylüyor.
Onlar söylese de içki yasağı kanunsuz, bu yasağa kılıf bulmak için uydurulan "sağlık", "haksız rekabet" gibi gerekçeler gülünç.
Onlar alkışlasa da kanunla getirdiğin "Çek düzenlemesini" misal, işleri berbat ettiğin için tüzükle değiştirmeye kalkmak anayasaya aykırı…
Onlar alkışlasa da işkence suç ve görüntülerin çekilmesi anayasal özgürlük.
Ve en hararetli biçimde tüm bunları savunanlar da gün olur, kırık dökük de olsa bir kanuna, bir kurala ihtiyaç duyar, bir gazeteciye ihtiyaç duyar, bir adalet mekanizmasına ihtiyaç duyar, biliyoruz.
Ve çok eskiye gitmeye gerek yok, işte birkaç sene önce hararetle neleri neleri savunanların düştüğü utanç verici halleri ve şimdi nasıl hararetle tam aksini savunabildiklerini de daha sözleri eskimeden izliyoruz .