Yasaklı ilan edilmiş alanlar var. O alanlara dair konuşur ya da yorum yaparsanız otomatik olarak devletin gözünde yasaklılar listesine eklenirsiniz.
Bir de iktidarın neredeyse her politikasına itiraz eden ama yasaklı ilan edilen bu alanlardaki uygulamalara canı gönülden katılanlar var.
Kıyıdan kıyıdan verilen koşulsuz bir destek, hiç ses çıkartmadan.
HDP'li Aysel Tuğluk, çözüm süreci devam ederken devletin ve iktidarın fikirlerine fazlasıyla kıymet verdiği isimlerden biriydi.
Medyanın ekranları, sayfaları açıktı Tuğluk'a.
Barıştan söz ediyordu Tuğluk, yeni bir dil kurmaktan ve içselleştirilmiş bir barışın mümkün olduğundan.
Ancak sonrasında, bütün politikaların aksi yöne doğru değişmesinden ve yönünü değiştiren gemiyi, daha önce yönünü değiştirenlerin kuvvetle alkışlamasından hemen sonra Tuğluk, zaten çok iyi bildiği cezasızlık politikaları ile yeniden tanıştı.
Annesinin cenazesinde, ölüler üzerinden cezalandırmayı izledi bağrına taş basarak.
Bu toprağa zerre faydası dokunmayan bir güruhun, yaşlı bir annenin, annesinin cansız bedenine yönelik küfürlerine, saldırılarına tanıklık etti.
Annesinin bedeninin topraktan çıkartılmasına.
Kalabalıkta ve kalabalıkla birlikte hareket ederken kahramanlık pek kolaydır.
O kalabalığın alkışını almak da.
Birbirini ölesiye alkışlayan bu kalabalığı ve onların hiçbir biçimde cezalandırılmamasını izledi Tuğluk.
Sustu.
Annesini topraktan çıkartıp, defnedilmesinin kimseyi rahatsız etmediği bir memlekette toprağa verdikten sonra döndüğü cezaevinde çok uzun sustu.
Genç yaşta hızla yaşlandığı açık biçimde görülüyordu bazı fotoğraflardan.
Ve sonra hafızasını yitirmeye başladı.
Sürpriz sayılmaz elbette.
Kendisine yapılan hukuksuzluklar bir yana, tüm bunlara tanıklık ettikten sonra.
Avukat Reyhan Yalçındağ, Tuğluk'un artık tek başına gündelik yaşamını sürdüremez hale geldiğini ve hafızasını kaybettiğini yeniden açıkladı.
Cezaevinden tahliye edilmemesi durumunda giderek daha da kötüleşen Tuğluk'un başına geleceklerden iktidarın sorumlu olacağını ekleyerek.
Ama peşinen cezalandırmayı seçen ve öfkesi geçmeyenler, Tuğluk'a artık hatırlamadığı bir geçmişin hesabını ödetmeye kararlı.
Kaç dilekçeye, kaç başvuruya, kaç açıklamaya rağmen halen bir adım atılmış değil.
Tıpkı intihar ettiği söylenen Garibe Gezer ile ilgili kayıtsızlıkta olduğu gibi.
"Müstehak başlarına gelenler" anlayışına, bu insanların fikirleri hoşlarına gitmediği için kafa sallayarak gizliden destek verenlerin kayıtsızlığı gibi.
Normal bir hukuk devletinde, cezaevinde işkence gördüğünü, ardından bunu duyurduğu için gardiyanların cinsel saldırısına uğradığını haykıran bir insanın feryadı araştırılır değil mi?
En basitinden artık gizlenmeyen sırlardan olan süngerli odada bunları yaşadığını söylüyorsa, işkence amaçlı oluşturulan süngerli oda ile ilgili göstermelik de olsa bir inceleme başlatılır.
Hayır.
Çünkü Garibe Gezer ya da Tuğluk'ta olduğu gibi bu insanların başlarına ne geliyorsa hak ettikleri, hakkın, hukukun onlar için geçerli olamayacağı anlayışı doldurmuş durumda caddeleri, sokakları.
Garibe Gezer, cezaevinde sistematik olarak işkence gördüğünü, tecavüze uğradığını söyledikten, bu iddiaları savcılıklara, Meclis'e taşındıktan sonra cezaevinde, üstelik tecritte yani hücredeyken öldü.
Hücrede bir insanın nasıl intihar edebileceği büyük bir soru işareti.
Avukatlar beklenmeden otopsinin yapılması da öyle.
Ama Gezer'in ölümüyle ilgili olarak hakkaniyetli bir soruşturma yürütüleceği umudunun bulunmaması ise en büyük gösterge.
Bütün bu cezaların, yapılanların Kürt olmaları ile fikirleri ile ilgisi yok mu gerçekten? Zira yok diyenlere binlerce soru sormak mümkün.
Adalet arayışının, hakkın, hukukun, sözleşmelerin var olması, insanın insana insanca davranması düşüncesinden kaynaklıdır.
Ama o insanlardan bazıları için en temel hakların bile söz konusu olamayacağı düşünülüyorsa, bir ülke tam da o noktada, kendini omuzlarından sarsa sarsa, sorgulamalıdır.