Üç ayrı kentten başlayalım…
Mesela ilk olarak Hatay'ın kalbi Antakya'dan.
Köy statüsünden mahalle statüsüne alınan Ekinci Mahallesi'nden.
Rönesans Rezidans'ın çöktüğü mahalle burası.
Antakyalılar, hasretle anlatıyor:
"Zeytinlikti burası. Hatta orada küçük bir lokanta vardı, zeytin ağaçlarının altında yemeye, içmeye giderdik."
Peki, bütün itirazlara rağmen kim verdi burada yapılaşma iznini.
Zeytin ağaçlarını kim kesti, deprem bölgesi olduğu bilinmesine rağmen nasıl oldu da sıvılaşmaya müsait bu arazide çok katlı binalara izin verildi?
İkinci kent; Maraş.
Merkezi tamamen yok olmuş Maraş'ta, daha birkaç yıl önce 7,5 büyüklüğünde deprem olabileceği öngörüsüyle tatbikat yapanların neden hiçbir hazırlığı yoktu?
Nasıl oldu da Hatay'a, Maraş'a yardıma koşacak olan iller, afet planlamasında depremde yıkılan kentlerden seçildi.
Ve nasıl oldu da daha otuzlu yaşlarda olanların bile lahana ekildiğini anımsadığı Maraş'ın merkezindeki arazilerde yapılaşma izni verildi?
Üçüncü örnek; Malatya.
"Keşkesi olmayan" belediye başkanı tarafından yönetilen Malatya'da nasıl oldu da bütün uzmanların uyarılarına rağmen Bostanbaşı Mahallesi imara açıldı?
Deprem bölgesinde savcılıklar çalışıyor.
Onlarca müteahhit tutuklandı. Müteahhit bulunamadığında denetim elemanları. Onlar bulunamadığında mühendisler, teknik elemanlar.
Sürekli soruyoruz: Peki geçmişte görev yapmış ve bugün görev yapan belediye başkanları, imar planlarını yapanlar, bunlara onay verenler?
Yanıt sürekli aynı: "Onlara bilirkişi raporundan sonra bakılacak."
Mesela soruşturulanlar içerisinde, 1983 yılındaki yönetmeliklere uygun biçimde yaptığı bina yıkılan var ancak buraların kentsel dönüşüme girmesine engel olanlar, bu binalar için yıkım kararı vermeyenler, bütün uyarılara rağmen tarım arazilerini, fay hattındaki arazileri imara açanlar yok.
Yönetmeliklere göre 3-4 katlı yapılması gereken binalar için 8-9 kat izni verenler yok.
İmar affıyla tüm bu binalara yasal statü kazandıranlar yok.
Tek işi bu olmasına rağmen günlerce enkaz altında kurtarılmayı bekleyen insanlara ulaşamayanlar yok.
İş makinelerini kent dışında bekleten, koordinasyonu sağlamak bahanesiyle kurtarma ekiplerini saatlerce havaalanlarında tutanlar yok.
Gönüllüleri sahadan uzaklaştıran, yerlerine kimsesiz çocukları kaçırır gibi tarikat evlerine yerleştirenler yok.
Yardımları stoklayanlar, yardım etmek yerine yarın satmayı hesap edenler yok.
Ancak bir gecede omuzlarına tonlarca acı biriken, yakınını kaybetmese de gördükleri, tanık oldukları nedeniyle hayatı bambaşka bir hâl alan, bir gecede biriktirdiği ne varsa kaybeden insanlar adalet bekliyorlar.
Türkiye'nin bu görüntüleri bir daha yaşamaması için bu adalet arayışına yanıt vermek gerekiyor.
Yıkılan bir bina sadece bir sonuç.
Bunun arkasında izinler, aflar, ranta dayalı bir anlayış var.
Yıkılan binaya gelmeyenler, enkaz altından yükselen çığlıkları duymayanlar var.
Öyle havalı ve anlamaz biçimde, "Dünyanın en büyük kara depremi" demekle bitmiyor iş.
Bir tahtaya, ıslak toprağa sarılıp, ağlamaya bile takat bulamadan dünyayı anlamaya çalışan insanların gözüne bakarak, "hesap vermesi gereken kim varsa hesap soruyoruz" diyebiliyor musun, mesele bu.
Cenazesine kavuşabilmek için başvurduğu memurdan azar işiten, kente girişi engellenen, tek başına cenazeyi arabaya yükleyip başka bir kente götüren insanlara hesap verebiliyor musun, mesele bu.
"Bizi unutmayın" bir süre sonra kulakların alıştığı bir cümleye dönüşecek.
İyimser bir tahminle bile depremin vurduğu kentlerin ihtiyaçlarının birkaç ayda bitmesi ihtimali yok.
İhtiyaçlar sürecek.
Ve insanlar, bu durumdayken bir de adalet peşinde koşmak zorundalar.
Omuz vermeden, yanlarında durmadan yürütülecek bir mücadele değil bu.
Ve değiştirmek istiyorsak bunun tek yöntemi de seçim değil.
Israrcı olmak, baskı kurmak, gerçekten hesap vermesi gerekenlerin yargılanmasını talep etmek, takip etmek…
Depremi, insanları bir kez olsun görenlerin başka bir konudan bahsetmesi kolay değil.
Ve tarif etmek için ne bir belgesel, ne bir fotoğraf, ne kelimeler yeterli.
O nedenle tam şimdi.
Bir daha yaşanmasın diye.
Ve omuz vererek.
Bıkmadan, usanmadan, alışmadan mücadele ederek…
Bütün bu kötülüğü yenmek gerekiyor.
Bir ülke üzerini bayrakla kapatarak değil, yakasına yapışıp hesap sorarak sevilebiliyor.
Gökçer Tahincioğlu kimdir? Gökçer Tahincioğlu, 1997'den 2018'e kadar Milliyet Gazetesi'nde yargı muhabirliği, Ankara Haber Müdürlüğü, köşe yazarlığı yaptı. Haber, yazı ve fotoğraflarıyla Musa Anter, Metin Göktepe, Abdi İpekçi gibi isimlerin adını taşıyan gazetecilik ödüllerini aldı. Çağdaş Gazeteciler Derneği ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü ödüllerine layık görüldü. Bu Öğrencilere Bu İşi mi Öğrettiler?: Öğrenci Muhalefeti ve Baskılar (2013, Kemal Göktaş'la birlikte), Beyaz Toros: Faili Belli Devlet Cinayetleri (2013) ve Devlet Dersi: Çocuk Hak ve İhlallerinde Cezasızlık Öyküleri (2016), Çünkü Umurumuzda adlı mesleki kitaplara imza attı. Yaralı Hafıza ve Kayıp Adalet adlı derleme kitapların editörlüğünü üstlendi. İlk romanı Mühür, 2018'de yayımlandı. 2020'de yayımlanan ikinci romanı Kiraz Ağacı ile Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandı. 2018'den bu yana T24 Ankara Temsilcisi olarak çalışıyor. |