Görülmek, biraz olsun önemsenmek, küçük bir temas, dikkate alınmak, olmuyorsa da dikkate alınmak, istediğin gibi olmuyorsa da dikkate alınmak…
Küçük bir aralığın var olduğunu bilmek, bir yerlerden ışık sızabileceğini, bir ışığın bir yerde var olduğunu, oraya doğru yürüyebileceğini bilmek, bilmiyorsan da duymak, bir fısıltı olsun duymak…
Orada olduğunu, yaşadığını, herkes gibi güne başlayıp günü bitirmek istediğini, hayatın öyle olanca normalliğiyle sürmesini arzuladığını, artık ne azını ne de fazlasını beklemediğini bir kişiye olsun söyleyebilmek. Bir başkasına, önemsemese de önemsiyor gibi gözüken bir başkasına…
* * *
Konya’da, tarım işçisi olarak çalışmaya gelen ailenin 40 günlük bebekleri, bir Aralık günü, bozkır soğuğuna yenilerek öldü. Bir gün sonra yetkililerden donarak değil, doğal yollardan öldüğü, ceset katılığının donma sanıldığı açıklaması geldi.
Adana’da borçları nedeniyle kestanecilik yaparak geçinmeye çalışan ancak tablasını da defalarca zabıtaya kaptıran seyyar satıcı, yaşamına son verdi. Geriye bıraktığı notta, adaletsiz düzene isyan ediyordu. Ertesi gün yetkililerden gelen açıklamada, zabıtaların yasal yetkilerini kullandıkları, bunalıma girdiği için yaşamını sonlandırdığı belirtildi.
Kocaeli’de bir baba, iddiaya göre oğluna pantolon alamadığı için yaşama veda etti. Yine ertesi gün yapılan açıklamada, şahsın trafik kazası geçirdiği için çalışamadığı ve bunalıma girdiği, olayın psikolojik nedenlerden kaynaklandığı söylendi.
İstanbul Fatih’te anneannesi ile birlikte sokaklarda yaşayan 10 aylık bebek, donarak yaşamını yitirdi. Ertesi gün yapılan açıklamada, anneanne ile bebeği sokağa atanların sorumlu olduğuna işaret edildi.
Adana’da ev kirasını ödeyemeyen, cebindeki son para ancak ıslak odun almaya yeten kadın, sobayı yakmayı başaramayınca saç kurutma makinesini çocuklarının ısınması için açarak, yan odada yaşamını sonlandırdı. Durumunun bilinmediği, eşinin işsiz olduğu açıklaması yapıldı.
* * *
İsimleri, tarihleri, evleri, akrabaları, borç miktarları, arkadaşlıkları hatta, daha önce tartışıldı.
Kimi kendini ölesiye çaresiz hisseden, kimi daha tanışmadığı bir hayata yenilen insanların gerçek hikâyeleri.
Ve elbette yoksulluk da intihara bir gerekçe değil, diğer bütün gerekçeler gibi.
Bir yol, bir dayanışma yöntemi mutlaka bulunur, her zaman bulunur. Umutsuzluğa düşen, çaresiz hisseden biri varsa, hemen el uzatılması gerektiğini, bütün imkânların kullanılarak bir çare aramak zorunluluğunu bilmek yeterli.
Ama edep yoksunluğu ile baş etmek kolay değil… Anlamamakla, dinlememekle, pastadan bir dilim fazla alma çabasıyla, bu çabadan utanmamakla…
İstanbul’da dört kardeşin siyanürle intihar etmelerinin ardından gelir durumlarından, yaşama biçimlerinin normal olmadığına, SGK kayıtlarından, mutfaklarının ne halde olduğuna dair onlarca haber yapıldı.
Kimi borçları üzerinden yoksulluğu apaçık göze sokmak istedi, kimi ise yoksul olmadıklarını kanıtlamak.
Yetkililerden yine benzer açıklamalar geldi; “yoksulluk değil sebebi, bilmeden konuşuyorsunuz…”
Ve bu kez yeniden ne kadar yoksul oldukları, ne kadar var olamadıkları kanıtlanmaya çalışıldı.
* * *
“Etki ajanları devrede, toplumu kaşıyorlar”, “Bu işin altında bir bit yeniği var”, “Biz niye intihar etmedik” yazıları, mesajları dört yanda.
Bir yandan haber spikerleri kimsenin zerre itirazı olamayacak konularda üst tondan topluma mesajlar veriyor, diğer yandan bir başkası asla itiraz edilemeyecek konularda didaktik bir tonla konuşuyor.
Utançtan dışarı çıkmak istemeyenlere, borcundan dolayı doğalgazı açtıramadığından inşaatlardan kalas çalanlara, çöpten yemek toplayanlara, artık basit ilan sitelerine bile bırakılan “maddi yardım” çağrılarına yüzünü çevirmiş, sadece haklı çıkmaya, sadece düzeninin sürmesine, sadece kötü gözükmemeye, sadece daha çok göze girmeye çalışan ve onları alkışlamaktan yorulmayan insanlar…
Ortadan tam olarak ikiye bölünmüş ve diğer bölümdekilerin ne dediğini zerre dinlemeyen bir toplum.
Yuhalanan otizmli çocuklara bile “münferit” vaka diyen, okullardan atılan, ayrılmak zorunda bırakılan çocukları yok sayan bir idare.
Dört kardeşin ölümünden sonra, borcunu ödeyemeyenleri, elektriği, suyu kesilenlerin sayısını araştırmak yerine elektriği, suyu kesmeye gelen şirketler… Benzer durumdaki aileleri araştırmak yerine konuşanı paylayan, birilerine şikâyet eden gazeteciler… Birbirlerini susturan, bu coğrafyada yoksulluktan ölüm yokmuş gibi davranan siyasetçiler… Anlamayan, dinlemeyen, alkışlamak için sadece birilerinin istediklerini söylemesini bekleyen bir toplum.
Hacer Foggo’nun, Selçuk Salih Caydı’ya atıfla kullandığı “Sınıfsızlar sınıfı” tanımı anlatıyor biraz olsun olanları:
“Bu kesim tam da o. Aslında görünmeyenler, derin yoksulluk yaşayanlar. Bu yokluk sadece ekonomik yoksulluk değil. Her anlamda yoksunluk. Güvensizlik, kendini var edememe, görünmeme…”
* * *
İstanbul’daki dört kardeşin ölümüyle ilgili bilinmeyenler elbette çözülür.
Uzmanlar tek nedenin bu olamayacağını söyler haklı biçimde, bir başkası bir başka neden bulur, doğrudur, her biri doğrudur.
Tartışmalar da zaten birkaç güne unutulur, unutan bir toplumdur burası, her şeyi unutsa da her şeyi unutacağını mutlaka anımsar.
Ama bu coğrafyada yoksulluk denilen bir şey vardır, yoksulluk nedeniyle ölenler vardır, hiç görülmeyenler, görülmek için bekleyenler vardır, onlara sırtını çevirmiş bir “hepimiz” vardır, acı çekenler, yalnız kalanlar vardır…
Gerek yok ileri kapitalizmi yaşayan ülkelerden parlak örneklere, intihar istatistiklerine, yoksulluktan ölüm rakamlarına.
İşte çaresizlik hep ve hemen dibimizde…
Görmeyen, konuşmayan, dokunmayan, pastadan nasıl fazla pay alacağı öğütlenen, dersini vermesi, haddini bildirmesi tavsiye edilen, dayanışmayı, aşkı, sevdayı, emeği, emeğin karşılığını unutmuş sakatlanmış varlıklarız artık.
Açlığın, sefaletin ya da yoksunluğa düşme korkusunun karakterize ettiği bir toplumun sessizliğine karşılık, varlığa bu denli tapılmasının dört yandan sesleri geliyor…
“Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.
Yağmur çiseliyor…”