Cezasızlık kültürünün ete kemiğe açıktan büründüğü memleketlerden biri burası.
İşkencenin cezası yok, faili belli cinayetlerin cezası yok, kötü muamelenin, haksızlığın, hukuksuzluğun cezası yok.
Cezasızlık, sadece kamu görevlilerinin hukuka aykırı eylemlerinin yaptırımsız bırakılması değil. Bütün bu eylemlerin meşrulaştırılması, mağdura yapılanın az bile olduğu duygusunun kamuoyunda yaratılması.
Bu kültürün oluşturulmasının birçok ayağı var. Meşrulaştırma, bunun en önemlilerinden biri.
Ve şiddetin en çok meşrulaştırıldığı zamanlardan birini de hep birlikte yaşadık.
Gezi direnişi…
***
Gezi’den itibaren polisin elinin serbest bırakılması, özellikle gözaltına alma aşamasında uygulanan şiddetin birçok örneği var.
Uzun hukuk mücadelelerinden sonra, bu şiddetin yaptırımsız bırakılmaması adına adımlar atılabildi.
Anayasa Mahkemesi, meşru ve yerinde görülen şiddetin, hak ihlali oluşturduğuna yönelik kararlar aldı.
Ancak şimdi, sadece Gezi’de yaşanan şiddet olaylarının da değil, tüm şiddet eylemlerinin zamanaşımına sokulması riski söz konusu.
***
Gezi eylemlerinin sürdüğü dönemde, Ankara’da, polis şiddetini protesto etmek için toplanan kalabalığın üzerine önce gaz sıkıldı. Kaçışanların bir bölümü, Atatürk Bulvarı’ndaki bir köşede sıkıştı. Polis, bir bölümü yere düşen bu kalabalığa büyük bir hışımla saldırdı.
Yerde yatanlar dahil, hemen herkese copla vuruldu. Neredeyse tamamı yumruk ve tekmelere maruz kaldı.
Küfürler, hakaretler, darp, gaz…
Bilincini kaybeden bir avukat, arkadaşları tarafından kaçırılmak istenildi. Polis arkalarından koştu. Tıbbi müdahalede bulunulacak yerin camları kırıldı. İçeriye gaz bombaları atıldı.
Avukat, buradan da kaçırıldı. Bir kafenin tuvaletinde saklandı ve ancak geç saatlerde buradan çıkartılabildi.
Sabah, hastaneye götürüldüğünde çenesinde kayma olduğu, boynunda nedeni tam olarak belirlenemeyen bir kırık meydana geldiği anlaşıldı. Vücudunda çok sayıda darp izi vardı.
***
Suç duyurularının ardından soruşturma başlatıldı ve neredeyse benzer tüm soruşturmalar gibi takipsizlikle sonuçlandırıldı.
Savcılığa göre, hukuksuz eyleme karşı orantılı güç kullanılarak müdahale edilmişti. Ortada hukuka aykırı bir durum yoktu.
İtirazlardan da sonuç alınamayınca Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu avukatın, avukat arkadaşı.
Anayasa Mahkemesi, raporları, tutanakları, ifadeleri okuduktan sonra polisin eyleminin hak ihlali oluşturduğunu karar altına aldı.
Kararda, “Başvurucunun hangi eylemlerinin kamu düzenini bozduğu veya bu eylemlerin şiddet içerip içermediğine dair bir tespit yapılmamıştır. Katıldığı protesto gösterisi nedeniyle başvurucu hakkında yürütülen bir ceza soruşturması da bulunmamaktadır. Bu durumda başvurucunun katıldığı gösteri sırasında yalnızca güç kullanımı ile kontrol edilebilecek nitelikte saldırgan bir tutum sergilediğinin ve maruz kaldığı müdahalenin gerekli olduğunun kabulü mümkün değildir” denildi.
AYM, bununla yetinmedi.
Nedeni ne olursa olsun, başvurucunun -özellikle baş ve yüz bölgesindeki yaralanmaların- şiddeti tek başına açıklamaya yeterli olmadığı kaydedildi.
Anayasa Mahkemesi, savcılığın nasıl ezber kararlar verdiğini de şu cümlelerle ortaya koydu:
“Başvurucu üzerinde işlediği bir suçu sonlandırmak veya yakalama yapmak amacıyla güç kullanıldığı sonucuna varmak mümkün değildir. Bunun yanı sıra yukarıda açıklandığı üzere soruşturma dosyasında başvurucunun hangi eylemlerinin kamu düzenini bozduğu konusunda bir açıklama veya delil bulunmamaktadır.”
AYM, avukata yapılanların eziyet yasağının ihlali anlamına geldiğine, ayrıca toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının ihlal edildiğine karar verdi.
***
2020’de verilen bu kararda, savcılığın polisler hakkındaki soruşturmayı yeniden başlatması gerektiği de vurgulandı.
Bunun üzerine dosya Ankara Başsavcılığı’na geldi.
Başsavcılık ise 8 yıllık zamanaşımı süresinin dolduğuna karar vererek, dosyayı kapattı.
Üstelik akıl almaz bir yorumla.
Bireysel başvuru hakkının 2011’deki yasayla getirilmiş olmasına karşılık, savcılık, 2003’teki bir düzenlemede, AYM’ye atıf yapılmamasını bu kararına gerekçe gösterdi.
***
Savcılığın bu kararına göre, Gezi’de uygulanan şiddet eylemlerinin tamamı için zamanaşımı söz konusu…
Hatta Gezi’yle de sınırlı değil.
Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararların da bir anlamı yok.
Mağdur avukatın avukatlığını yapan Doğan Erkan da buna işaret ediyor:
“Ankara savcısı, açıkça Anayasa Mahkemesi kararına direnmekte, polis işkencesi tespit edildiği halde, ve yeterli soruşturma yapılmadığına dönük tespitle savcının ihlali gidermek üzere adli proses yürütmesi istendiği halde zamanaşımı kararı verebilmiştir. Savcı bu kararında, Ceza Muhakemesi Kanununun, Anayasa Mahkemesi kararları sebebiyle yeniden yargılama/soruşturma yapılmasına elvermediği gibi çok abes ve hukuk dışı bir iddiada bulunmuştur.
Bunun için 2004 yılında yürürlüğe giren "Hükümlü Lehine Yargılamanın Yenilenmesi" başlıklı CMK 311. Maddeye bakan savcı, Anayasa Mahkemesi ise bireysel başvuru kabulüne ilişkin 7.5.2010 tarihli anayasa değişikliğine veya 2011 tarihli Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu Ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanuna neden bakmamaktadır? Bu yasa maddesinin bir “yeniden soruşturma/kovuşturma yürütülmesi” ve bunun mahkeme/soruşturma makamı açısından bağlayıcı bir yükümlülük olduğu çok açıktır. Bu durumda savcı, istediğim kanuna bakarım, istemediğim kanuna bakmam şeklinde bir tavır geliştirmiş olmaktadır. Eski kanuna dayanarak, sonradan çıkan kanuna bakmayan bir savcı, hukuk fakültesini baştan okumalıdır.
Asıl yorum sebebinin, AKP içsel ya da dışsal emriyle, Gezi’deki polis şiddetini ve işkencesini sorgulatmaz hale getirmek yönünde siyasal saik olduğunu görüyoruz. Karara itiraz ettik. Reddedilirse bir kez daha Anayasa Mahkemesine taşıyacağız.”
***
Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamayan bir yargı, hukuki kılıfa uydurarak kararları yok sayan bir sistem, cezasızlık kültürünün nasıl hiçbir çekince duyulmadan uygulandığının göstergesi.
Gözümüze soka soka bu kültürün uygulanması ise artık gizlenme, saklanma gayreti bile duyulmadığının, başka bir hukukun söz konusu olduğunun işareti.