Karanlığı neyle tarif edersiniz?
Ya da korkuyu, dehşeti?
Bir akşam vakti, kapı zilinizi çalan ve yüzünüze 10 santimetre mesafeden slogan atan kalabalık mı ürkütücülüğün tarifidir yoksa sabah evinizden çıktığınızda size sopalarla saldıran insanlar mı?
En vahimi hangisidir ya da?
İşkence görmek mi, devletin gücü ile size "müdahale" edenlerin kolunuzu kırması mı, haksız yere hapis yatmak mı?
Yapmadığınız eylemlerle suçlanmak mı, açıklanması imkânsız, deli saçması konularla ilgili açıklamalar yapmak zorunda kalmak mı, en temel haklarını kullanırken "terörist" ilan edilmek mi?
Hangisi daha kötüdür?
Ya da tüm bunları paket halinde kapsayan bir "operasyona" uğramak mı?
İzinizin, nerede olduğunuzun bilinmediği, isminizin hiçbir kayıtta geçmediği, bütün devlet makamlarının "olağan" karşıladığı sözüm ona "güvenlik operasyonu"…
Önce Ayten Öztürk'ü anımsayalım…
İddiaya göre Lübnan'dan Türkiye'ye iade edilen ancak gözaltına alınmayarak, üstü devlet dairesi, altı işkencehane bir yerde 6 ay boyunca sorgulandığı öne sürülen Öztürk'ü:
"Gizli bir yerde, 'Biz devletiz' diyen kişiler tarafından gayri resmi biçimde 6 ay boyunca alıkonularak işkence gördüm. 6 aydan sonra, bir minibüsle senaryo gereği ıssız bir yere bırakıldım, gözlerim bağlıydı, kulaklık takılıydı. Uzaktan Ankara'nın ışıkları görülüyordu. Ortaya TEM polisleri çıktı. Gözaltına alındığım yerde süngerli bir odaya alınıp zorla çırılçıplak soyuldum. Ellerim arkada kelepçeli, gözlerim bağlıydı. 'Konuşmazsan, yıllarca burada tutarız. Vücut bütünlüğüne zarar vermeyiz. Organ nakli dahi yapabilecek imkânımız var. Bizi devlet yetiştirdi. Ölmek için yalvarırsın. Profesyoneliz, burası başka yere benzemez' dediler… 'Burada onur, edep, ahlak yok. Burası cehennemin dibi. Burada Allah, avukatlar, mahkeme yok, biz varız' diyorlardı…"
Başlangıçta, minibüsle kaçırılıp, bilinmeyen bir yerde aylarca tutulduğunu anlatanlar sadece ismi Gülen cemaati ile anılan, FETÖ suçlamasıyla soruşturulan, yargılanan ya da "araştırılan" kişilerdi. Öztürk, DHKP-C bağlantısı iddiasıyla yargılandı. Bu şekilde kaçırıldığını söyleyen, farklı bir örgütle bağlantısına dair sorular yöneltilen ilk isimdi.
15 Temmuz darbe girişiminden bu yana toplamda 33 kişi, benzer yöntemlerle kaçırıldığını anlattı ya da ailesi kaçırıldığı iddiasında bulunduktan sonra serbest bırakıldı.
Gökhan Güneş, Öztürk'ün ardından, Gülen cemaatiyle, FETÖ iddialarıyla bağı olmayan, kendini sosyalist olarak ifade eden ve başka örgütsel bağlarının bulunduğu iddia edilerek kaçırılan ikinci kişiydi. İstanbul'da kaçırılıp, serbest bırakıldıktan sonra, Ankara'da aylarca sorgulandığını anlatan Öztürk'e benzeyen ifadelerle anlattı yaşadıklarını:
"20 Ocak günü işyerine gitmek üzere bindiğim otobüsten indiğimde bir grup tarafından karşılandım. Kaldırımda, durakta bekleyen ortalama dört kişi vardı. Bir tanesi 'Pardon bakar mısın?' dedi. Bu sırada hep birlikte üzerime çullandıklarını gördüm. Bu sırada sayı da arttı. Araca bindirmeye çalıştılar. Direndim. Bu direnci ortadan kaldırmak amacıyla elektroşok verdiler. Araçta kendime geldim. Başımda siyah bir çuval vardı. Nerede olduğunu bilmediğim bir yere götürüldüm. Girdikten sonra gerek sistematik olarak gerek ara ara işkence yöntemleri uygulandı. Elektrik vermedir, kaba dayak... Bunun yanı sıra ara ara soğuk suyla ıslatarak şiddet uygulama... Genelde bu uygulamalar gerek çıplak olarak bazen üzerimizde iç çamaşırı olabilecek şekilde uygulanıyor. Bazı anlarda mezar dedikleri bir bölüm var. Sadece ayakta durabildiğiniz, elinizi, kolunuzu hiçbir şekilde kıpırdatamadığınız, gözünüzün bağlı ve elinizin kelepçeli olduğu bir yere hapsediliyorsunuz. Burada tecavüzle tehdit edildim. İşbirliği teklifi yapıldı. 'Biz bilinmeyenleriz', Görünmeyenleriz' diye konuşuyorlardı. Çıkmadan önce vücudum temizlendi, üzerim giydirildi. Parfüm sıkıldı. Araçtan indirilmeden önce kafamdaki bezi çıkardılar. İndirildikten sonra 'İleri doğru yürü' dediler. Sonra gözümü açtım. Gözlerimi pamukla kapatıp bantla sarmışlardı. Telefonum olmadığı için… Sabah erkenmiş, akşam sanıyordum. Ulaşım aracı bulamadım. Bir güvenlik görevlisinden taksi çağırmasını rica ettim ve evime geldim."
"Kaçırma", Türkiye'de bilinen hak ihlallerinden. Şimdi, "karanlık dönem" diye nitelendirilen 90'larda, sistematik olarak farklı gruplar tarafından uygulanıyordu. Sonu genellikle cinayetle sonuçlanıyordu.
2000'li yılların başında, kaçırılıp, çıplak biçimde dağ başında, ıssızlıkta bırakılan insanların anlatımları geçti raporlara.
15 Temmuz öncesinde ve sonrasında, insanların birkaç saat kaçırılıp, darp edilip, tehdit edildikten sonra bırakıldığına yönelik, Türkiye'nin dört yanından yapılan vaka bildirimleri var İnsan Hakları Derneği raporlarında.
Ancak önce Ankara'da başlayan, sonra İstanbul'a taşınan, kaçırılıp gizli bir yere götürme ve günlerce, haftalarca, aylarca kaçırılan kişinin burada tutularak işkenceden geçirilmesi olayları, son 2-3 yılda yoğunluk gösteriyor.
Bu ifadelerin benzerini, 2017'de transporterla kaçırıldığı sabit olan ve 30 gün sonra Eymir Gölü'nün kenarına bırakılan, "FETÖ" ile suçlanan Önder Asan da verdi. Bir başkası kaçırıldıktan 130 gün sonra bırakıldı. Ankara'da bir anda 5 kişi, polis merkezine yakın bir yere bırakıldı ve korkudan detaylı anlatımda bile bulunamadılar.
Ankara'daki "sorgulama merkezi" konusunda çarpıcı iddialar ortaya atılıyordu.
Çiftlik evine benzer bir evin söz konusu olduğu, şehirden çok da uzak olmadığı, merkezi bir yoldan buraya gidildiği gibi… İstanbul'daki merkez konusunda ise henüz böyle bir iddia ortaya atılmadı.
Tek bilinen, artık "resmi" güvenlik güçlerinin de bütün bunları olağan karşıladığı. Bazı kayıp vakalarının yurtdışında çıkması üzerine, sonraki vakalarda, polisten, "yurtdışına kaçmıştır" yanıtı alınıyordu. Son yaşanan olaylarda ise başvurulan polisler, "Gelir birkaç güne" yanıtını veriyorlar gayriresmî biçimde.
Yine Gülen cemaatiyle isimleri anılan Yusuf Bilge Tunç Ağustos 2019'dan bu yana, Hüseyin Galip Küçüközyiğit, 29 Aralık'tan bu yana kayıp.
Neredeler, başlarına ne geldi, hiçbir yanıt yok.
HDP milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu, konuyu defalarca TBMM'ye taşıdı, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay'a bile sordu ancak yanıt alamadı.
İHD Başkanı Öztürk Türkdoğan, konuyu belki de araştırabilecek tek merci olan TBMM İstihbarat ve Güvenlik Komisyonu'na defalarca raporlar gönderdi, komisyonun başkanıyla, üyeleriyle görüştü ancak sonuç alamadı.
Zaten bu kayıp olaylarının soruşturulması da bu tabloda olanaklı değil. Zira güvenlik ve istihbaratla ilgili kanunlar, soruşturma izni verilmeden, bu olayların soruşturulmasını engelliyor. Bu izinleri de kimsenin vermeye niyeti yok.
Bu yöntem, üstelik gözaltı ve tutuklama, sorgulama gibi yetkilerin alabildiğine geniş olduğu bir ülkede, neden ısrarla sistematik hale getiriliyor ve uygulanıyor, bir yanıtı şimdilik yok.
Ancak kesin olan bir şey var.
Konuyla bir biçimde ilgili olan herkes, aslında neyin ne olduğunu biliyor ve harekete geçmiyor.