Memleket, en acılı halinde bile iki cümlenin arasına sıkışmış durumda.
"Cumhurbaşkanımızın talimatıyla…" diye başlayan cümleleri kuranlar, Cumhurbaşkanı'na depremin ilk 48 saatini açıklayabildiler mi, neden inisiyatif kullanmadıklarını söylediler mi bilinmez.
Zaten inisiyatif kullanabilme gibi bir olanakları var mı, bu da tartışılır.
Ancak bürokratik engellerden kurtulmak, sistemin rahatlaması gibi vaatlerle getirilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nin gelip dayandığı cümle bu.
Diğer cümle de ülke gerçeğini yüzümüze çarpıyor.
En acılı halleriyle, yaşadıkları çaresizliği, depremden sonra 48 saat boyunca yanlarında kimseyi bulamadıkları için toprağı elleriyle kazdıklarını, cenazelerini sürükleyerek götürdüklerini anlatan insanlar, eklemeden edemiyor:
"İstiyorlarsa tutuklasınlar…"
Ancak bu tabloya rağmen, iktidar aynı dili, tavrı sürdürmekte beis görmüyor:
"Not alıyoruz…"
Evinden öfkeyle sosyal medya mesajı paylaşan gözaltına alınıyor ya da ifadeye çağrılıyor.
Deprem bölgesinde, "Nerede bu devlet?" diye soran sağlık çalışanının kapısına gidiliyor.
Dezenformasyondan, halkı yanıltanlardan söz etmiyoruz.
Acısını, isyanını, öfkesini dile getirenler bu insanlar.
Deprem bölgesine mümkün olduğu kadar erken ulaşan, koordinasyon merkezi kurarak bulundukları bölgedeki insanlara biraz olsun yardımcı olmaya çalışanlar, günler sonra gelen, kendini devlet zannederek, devletin kolluk güçlerinin bu işe yaradığını zannederek kabadayı gibi konuşan görevlilere dert anlatmak zorunda kalıyor.
Yetmiyor, koordinasyon merkezlerinin başına "kayyım" niteliğinde atamalar yapılıyor.
İşi "koordinasyon" olarak açıklanan AFAD'ın bunu başarması için bütün alanda tek başına olması gerekiyormuş gibi, gönüllüler alandan uzaklaştırılmak isteniyor.
İlk günün akşamında bölgeye ulaşıp halka sıcak yemek dağıtan HDP'liler alandan çıkartılıyor, TKP'liler gözaltına alınıyor.
Depremin ilk günlerinden sonra, farklı bir hesap satın alınıp, ismi "Asrın Felaketi" olarak değiştirilerek, propaganda araçları devreye sokulmak istenildi.
Bu büyük depremde, on binlerce insanın ölümünün "kader" olduğu, başka türlüsünün mümkün olmadığı, devletin yine de alana başka ülkelere oranla çok iyi müdahale ettiği algısının yerleştirilebilmesiydi temel araç.
Satın alınan hesaptaki eski paylaşımların silinmesi unutulunca, yapılmak istenen hemen açığa çıktı.
Hesap kapatıldı, bu söylemden vazgeçildi.
Alana hakimiyetin daha önemli olduğu sonucuna varıldı.
Anlaşılıyor ki iktidara yakın organizasyonlar dışındaki bütün organizasyonlar dışlanarak, enkaz bir an önce temizlenerek ne kadar hızlı, ne kadar organize çalışıldığı propagandası yürütülmek isteniyor.
Buna paralel olarak da aslında o kadar da geç kalınmadığı algısının yerleştirilmesi amaçlanıyor.
Depremin yaşandığı 6 Şubat'ta, "bütün noktalara ulaştıklarını" söyleyen ancak bu sözü uzun uzun açıklamak zorunda kalan AFAD Başkanı'nın, "Her yere çok hızlı ulaştık" diyerek, iddiasını tekrarlaması, gazetecilerden, "Yoktunuz" yanıtını alınca susması başka türlü açıklanamaz.
Sadece sosyal medya ve medya kullanılarak gerçeğin ters yüz edilmesi bu kez çok kolay değil.
13 milyon insan bu depremi ve sonrasını bizzat yaşadı.
Bu insanların akrabaları, arkadaşları olan bitenden haberdardı.
Herkesin gözü önünde yaşandı sahipsizlik ve çaresizlik.
Bazen susarak çalışmak iyidir.
Telafisi olmayanı farklı biçimde açıklamaya çalışmaktan çok daha iyidir.
Bütün bunlar yetmiyor gibi bir de seçimin yapılmayabileceği tartışması açıldı.
En ihtiyaç olduğu anda sosyal medyanın yasaklanması kadar vahim bir tartışma bu.
Ortaya atılan görüşlerin hukuki dayanağı varmış, hukuki inceliklerle bu açıklanabilirmiş gibi, ciddi ciddi emsal kararlar sıralanmaya çalışıldı.
Eski Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın, anayasa hükümleri için ortaya attığı, "Bunlar ayet mi değişmesin?" sorusu bile daha samimi. Niyeti açık seçik ortaya koyuyor en azından.
Ayet değil elbette.
Ancak bir ülke nasıl ki yurttaşlarından yasalara uymasını bekliyorsa, anayasayı da kanunları da uygulamak zorunda.
Bazıları inceliklerle etrafından dolanılarak uygulanmıyor olabilir ancak seçim böyle bir başlık değil.
Ve kestirmeden söylemek gerekir.
Anayasa da kanunlar da emsal kararlar da seçimin ertelenmesine izin vermiyor.
Muhalefetle anlaşılarak geçici bir anayasa değişikliği ile bile bu mümkün değil.
İktidara da muhalefete de düşen bir görev var.
Depremin yerle bir ettiği kentlerde yaşayanların yaşamak, beslenmek, eğitim almak, kayıplarını gidermek ve oy kullanmak dahil bütün temel haklarını kullanabilecekleri ortamı hızla yaratmak.
Gözaltılarla, baskıyla, davalarla, propagandayla uğraşmak yerine bütün enerjiyi gerçekten buna kanalize etmek.
Başkasına gerek yok.
Zira kaybettiklerimizin telafisi yok.
Unutulacak, geçecek bir acı değil sözünü ettiğimiz.
Geride bırakılacak bir acı değil.
Gökçer Tahincioğlu kimdir? Gökçer Tahincioğlu, 1997'den 2018'e kadar Milliyet Gazetesi'nde yargı muhabirliği, Ankara Haber Müdürlüğü, köşe yazarlığı yaptı. Haber, yazı ve fotoğraflarıyla Musa Anter, Metin Göktepe, Abdi İpekçi gibi isimlerin adını taşıyan gazetecilik ödüllerini aldı. Çağdaş Gazeteciler Derneği ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü ödüllerine layık görüldü. Bu Öğrencilere Bu İşi mi Öğrettiler?: Öğrenci Muhalefeti ve Baskılar (2013, Kemal Göktaş'la birlikte), Beyaz Toros: Faili Belli Devlet Cinayetleri (2013) ve Devlet Dersi: Çocuk Hak ve İhlallerinde Cezasızlık Öyküleri (2016), Çünkü Umurumuzda adlı mesleki kitaplara imza attı. Yaralı Hafıza ve Kayıp Adalet adlı derleme kitapların editörlüğünü üstlendi. İlk romanı Mühür, 2018'de yayımlandı. 2020'de yayımlanan ikinci romanı Kiraz Ağacı ile Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandı. 2018'den bu yana T24 Ankara Temsilcisi olarak çalışıyor. |