Darbe girişimleri, ekonomik krizler, kumpas soruşturmalar, felaketler, siyasi çalkantılar, seçimler, savaşlar, barışlar…
Bir ülkenin, coğrafyanın, o coğrafyadaki insanların kaderini etkileyen büyük büyük olaylar olup biterken, 'küçük küçük' hayatlara biçilen kader, bazen ne yaparsanız yapın, ne kadar mücadele ederseniz edin değişmiyor.
Herkesin kendisini en iyi, en doğru, en hakkaniyetli bildiği toplumda, bütün o 'iyileri', 'doğruları' birbirine sıkıca bağladığı söylenen ipler, birilerinin darağacına dönüşüyor.
* * *
Beş yıl önce, dünyanın yeni bir yılla kendini kandırdığı, beyaz bir sayfanın üzerine bu kez güzel bir öykü yazılabileceğine inanmak istediği günlerde, genç bir trans kadın, taksinin içinde sigara içerek cep telefonundan kayıt yapıyordu.
5 Ocak 2015 tarihli kayıtta, Eylül Cansın, gözyaşları içerisinde anlatıyordu, kendini yenik saydığı mücadelesini:
"Bugün benim en güzel günüm. Herkese teşekkür ediyorum" diyerek başlıyordu kayıt:
"Yapamadım çünkü insanlar bana izin vermedi. Çalışamadım, bir şeyler yapmak istedim yapamadım. Anladınız mı? Bana çok engel oldular. Beni çok mağdur ettiler. Herkesi Allah ile baş başa bırakıyorum. Şu an Boğaz Köprüsü’ne doğru gidiyorum."
Gitti… 03.30 sıralarında köprüden bıraktı bedenini. Ortaköy sahiline yakın bir yerde bulunduğunda cenazesi henüz önünde yaşanmamış bir hayat vardı.
Eylül Cansın, 5 Ocak 2015’te, henüz 23 yaşında, ötekinin de ötekisi olarak geçirdiği hayata, tek varlığı olan köpeğini annesine emanet ederek, annesinden, "Sakın kızma ona, baktığında beni gör" son dileğinde bulunarak veda etti.
Bir intihar değil, cinayetti.
* * *
Eylül Cansın, bedeni ve ruhundaki farklılıkları fark ettiğinde henüz çocuktu.
Önce nasıl hissettiğini anlaması, sonra kendini buna ikna etmesi, sonra annesine anlatması, sonra yaşama tutunması gerekiyordu, henüz bilmiyordu ne yaşayacağını ama istediği ve hissettiği gibi yaşamak istiyordu.
Annesine, cinsiyetin kadın ve erkekten ibaret olmadığını anlatan, her seferinde gözyaşı döktüğü filmleri izletti, anlamasını bekledi.
18’ine geldiğinde artık beklemedi ve nasıl hissettiğini söyledi. Annesi, elinden tuttu.
Eylül Cansın, okulu bitirip de işe başladığında, öyle büyük hayaller kurmuyordu. Emeğinin karşılığını alacak, küçük bir yaşam kuracak, hissettiği gibi yaşamını sürdürecekti.
Öyle olmadı.
Girdiği her iş yerinden kısa sürede ayrılmak zorunda kaldı. Bakışla, sözle, başka davranışlarla dışlanıyor, bir süre sonra işten çıkartılıyordu. Yolda rahat yürüyemiyor, eve rahat girip çıkamıyordu. Nasıl baş edeceğini bilmiyor ama baş edebilmek için bütün gücüyle uğraşıyordu. İki günden fazla tutmuyorlardı hiçbir iş yerinde.
Mahalleye geldiğinde erkek çocukları kovalıyordu, caddede yürüdüğünde diğer erkekler… Kadınlar bakışlarıyla rahatsız ediyordu, esnaf sözleriyle…
Hissettiği gibi gözükebilmek için annesinin ve halasının desteğiyle ameliyat oldu, artık göğüsleri vardı. Dışlanmayacağını, şiddet görmeyeceğini düşündü ama yanıldı.
Zamanla, kendisini yanlarında rahat hissettiği arkadaşlar edindi internet üzerinden.
Daha kolay nasıl yaşayabileceğini öğrenmek istedi, hor görülmeden, dışlanmadan, şiddete uğramadan.
Ancak yanlış tarifler doğru kapıya çıkmaz. Eylül de bunu kısa zamanda öğrenmek zorunda kalacaktı.
Annesine, markete bile gidemediğinden günlerce evde aç yaşadığını, başka çaresi olmadığını anlatmıştı.
Ama gitmek de çare olmadı.
Kadıköy’de, evlerine gittiği arkadaşlarının yanında da şiddet buldu Eylül Cansın’ı. Parası çalındı, dövüldü, sokağa bırakıldı, eski evine dönmek zorunda kaldı.
Annesi, kızına yeni bir ev kiraladı. Bu kez bina sakinleri şikayetçi oldu. Her şikayette kapısına polis dayandı. Köpeğini bile öldürmekle tehdit ettiler. Bir akşam, yeni kiralanan o evi de öylece bırakmak zorunda kaldı.
Annesinin yanına döndü ama artık her şey daha zordu. Mahallede annesinden de artık 'iyi' bahsetmiyorlardı. Mahallenin çocuklarına kötü örnek olduğu söylendi, günlerce sokaklarda çocukların geleceğinden kaygılanıldı.
En sonunda ev sahibi annesinin kapısına dayandı; "Ya yalnız otur, ya evimden çık…"
Annesi de o evden çıkmak zorunda kaldı. En eski mahallesine döndüğü sırada, Eylül, bu kez çok iyi bir insanla tanıştığını belirterek, Kadıköy’e taşınacağını söyledi. Annesinin de rahat etmesini istiyordu. Tanıştığı kişi Eylül’e, yurtdışına taşınacağını, belli bir ücretle evini devredebileceğini söylemişti. Eylül, biriktirdiği parasını bu kişiye verdi. İki ay sonra ağlayarak annesini aradı:
"Beni dövdüler, çırılçıplak soydular, kıyafetlerimi yaktılar, paramı da geri vermediler…"
Eylül, artık kolaylıkla çıkılamayacak bir ortamın içine düşmüştü.
Günlüğü 50 liradan bir evde kalmaya başladı. Ancak evin şartları vardı. Annesi, kızının trans çetesinin eline düştüğünü ise çok sonra öğrenebilecekti. Kızının yaşadığı yeri görmek için gittiğinde, Eylül’den geriye neredeyse bir cenaze kaldığını görecekti. Bedenindeki morlukları, yara-bere içindeki yüzünü gördüğünde polise gitmeye karar verdi.
Kızı da annesinden güç bularak çeteye direnmeye çalıştığında Bağdat Caddesi’nin ortasında dayak yedi. Elektroşok silahıyla, masa ve sehpa bacaklarıyla dövüldü, işkenceye uğradı.
Annesinin telkiniyle şikâyetçi oldu ama sonuç alamadı. Nereye gitse tehdit ediliyordu. Çete peşini bırakmıyordu.
Yine de cesaretiyle yeni bir yaşama başlamak istedi. Tehditlere rağmen o bölgeden ayrıldı, sosyal medyadaki ismini değiştirdi, adresini farklı bir yerde yaşıyormuş gibi gösterdi. Yeni bir ev tutup oraya yerleşti. Takip altındaydı ama izi bulunmadığı sürece rahattı. Köpeğiyle birkaç ay huzur içinde yaşadı.
Annesine, ameliyat olacağını, cinsiyet değişikliğinden sonra babasından kalan maaşı alabileceğini ve rahat yaşayabileceğini söylüyordu.
Hayali bu kadardı. Üç kuruş maaş, huzursuz edilmediği bir hayat…
Elbette olmadı.
Annesini neşeyle aradığı 4 Ocak günü, köpeğini gezdirdiğini, taze ekmekle kahvaltı yaptığını anlattı. Sonrasında neler olup bittiği hiç netleşmedi. O günün gecesinde, tarih 5 Ocak’a dönmüşken taksiye bindi, köprüye hareket etmesini söyledi. Takside intihar edeceğini bildiren kaydı gözyaşları içerisinde çekmesine rağmen taksici müdahale etmedi. Köprüye çıkıp, sigara içtiğinde köprü polisleri de…
Bedenini bıraktı, bir daha hiç olmamak üzere…
* * *
'Öteki' olmanın bile anlaşılamadığı bir toplumda, 'ötekinin de öteki' olarak, basit bir hayat yaşamayı arzulamıştı.
İkiyüzlü ahlakla süslenmiş bir toplumun, yüzüne ayna tutan insanlara tahammül edemeyeceğini bilmiyordu.
Her gece arabalarla, zorla çalıştırılan, başka iş bulamadığı için çalışan, yok sayılan, görülmeyen, olmaması istenen transların önünde kuyruk olup, yalvar yakar pazarlık yapanların sabah olduğunda çocukların ahlakından endişeli erkeklere dönüştüklerini de bilmiyordu.
Kadınların bakışlarını, çocukların öğrendikleri kötülüğü nasıl yansıtabildiklerini de...
Çetelere neden kimsenin dokunmadığını, ellerine düştüğünde nasıl kurtulabileceğini de bilmiyordu.
Ölümünü "En mutlu günüm" diye özetledi. Yaşamına son verdi.
Ama bir intihar değildi. Herkesin nedenini, olacağını, sorumluların hesap vermeyeceğini, kimsenin sorumlu tutulmayacağını bildiği, herkesin sorumlu olduğu kırmızı bir cinayetti.
Annesi kızının arkasından sonuna kadar mücadele etti.
İntihara müdahale etmeyenlerle ilgili suç duyurularından sonuç alınamadı. Çete kuranlarla, işkence ve dayakla kadınları zorla çalıştıranlarla ilgili de sonuç alınamadı. Dosyalar kapandı.
Annesi Nurcan Zengin Bala, hep sevmeye devam etti kızını:
"Evladın cinsiyeti fark etmiyor. Evlat evlattır. Ben dünyaya tekrar gelsem yine Eylül’ü seçerdim. Kızım intihar etmedi. İntihara sürüklendi. Ölüme giderken köpeğini düşünen bir çocuk, anasını hiç düşünmez mi? Beni bu hayatta yalnız bırakır mıydı? Benim çocuğumun hayalleri vardı."
Ormanda yakılarak öldürülen Hande Kader, sırtından bıçaklanarak öldürülen Gökçe Saygı, evinde öldürülen Hande Şeker, bir otel odasında yaşamını sonlandıran Didem Akay…
Hepsinin hayalleri vardı.
Hayalleri sevmeyen bir coğrafyada doğmaları, hayal kurmalarının çok görüldüğü tercihlerde bulunmalarıydı suçları!