Uzunca zamandır kanıksananlar, tepki verilmeyenler listemize işkence de eklenmiş durumda.
İfade özgürlüğünü kullanmanın hainlik, sokakta anayasal hakkını kullanmanın terörizm, itiraz etmenin satılmışlık sayıldığı ve bunun da normal karşılandığı bir ülkede garip değil elbette.
Bu kavramları ağzına pelesenk edenlerin, önüne geleni büyük büyük laflarla suçlayanların hainlikleri nedeniyle ülke bu hale gelmiş durumda ama bu ayrı bir tartışma.
Solu, solun bütün renklerini, sol içi tartışmaları bir yana bırakırsak, kendini 1970'li yıllarda ortanın solunda tanımlayan CHP'nin çok partili yaşama geçtiğinden bu yana tek başına iktidar görmüşlüğü yok ama bu da dursun bir kenarda.
Çok partili yaşama geçildiğinden bu yana devlet kadrolarını tıklım tıklım dolduranların, ballı ihaleleri kapışanların, başkasına zerre nefes alanı bırakmayanların dön dolaş Seyfi Oktay'ın Adalet Bakanlığı döneminde Aleviler'i kadrolara doldurduğunu söyleyerek, öfkeden deliye dönmeleri gibi bir absürtlük.
Şimdi de işkenceyi normal karşılamak moda. Ve sonradan utanılacak bir moda.
Ankara, Kızılay'da basın açıklamasının başlamasını beklerken yapılan "müdahalede" Zeynal Danacı'nın kolu kırıldı. Kol kıran polis güç bela yargı önüne çıkartıldı. Neyse yine kameralar vardı. Mahkeme, "Olay anını gösterir kamera kayıtlarından anlaşılacağı üzere sanığın Zeynal Danacı'nın kolunu kıstırıp, kırması nedeniyle katılanda hayat fonksiyonlarını 4. derecede etkileyecek şekilde yaraladığı, dolayısıyla sanığın üzerine atılı suçu işlediği anlaşıldığından" mahkumiyetine hükmetti. Ama o kadarı yeter. Mahkeme, indirimle cezayı 1 yıl 8 ay olarak belirledi, bu cezayı da erteledi.
Cumartesi Anneleri'nin 1990'lı yıllardan bu yana yaptığı eylemlerde bir kez olsun bir partinin, derneğin, örgütün bayrağı görülmedi, bir kez olsun içlerinden birine bir suç yapıştırılamadı ancak "teröristler içlerine sızıyor" denilerek Galatasaray Meydanı'na çıkmaları engellendi.
700. haftada yapılan eylemde de polis, A.A.'nın kolunu kırdı. İçişleri Bakanlığı, asıl kusurun kolu kırılan kişide olduğunu belirterek, savundu kendisini. Mahkemeye gönderilen yazıda, "Polisin görevlerini yerine getirmekten öte bir eylemi olmamıştır. İdarenin tazmin sorumluluğunun doğması için hizmet kusurunun bulunması, bu eylemden zarar oluşması gerekir. Olayda idarenin hizmet kusuru bulunmadığı gibi davacının ağır kusurunun bulunduğu açıktır" denildi.
2017'de açlık grevinde olan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça için yapılan eylemde, Gezi eylemleri sırasında gaz fişeği nedeniyle yaşamını yitiren Berkin Elvan'ın annesi Gülsüm Elvan'ın kolu kırıldı. O halde gözaltına alındı. Şikayet etti ama sonuçsuz kaldı. Anayasa Mahkemesi kararıyla polisler hakkında soruşturma açıldı ama nafile…
Geçen yıl Kadıköy'de yapılmak istenen Suruç anmasında, polisin yerlerde sürükleyerek gözaltına aldığı Liseli Öğrenci Birliği üyesi Berfin Polat'ın daha sonra kolunun kırıldığı anlaşıldı.
Daha birkaç gün önce Hakkari'de HDP milletvekili Habip Eksik'in bacağı kırıldı. Eksik, valiliğe göre müdahaleyi abartmak için kendini yerlere atmıştı. Eksik ise yaşananları, "Bacağım kırılırken ben ayaktaydım zaten, yerde değildim. Yere düştükten sonra kırık ayağımın üzerinde polisler resmen tepindiler. Ayağım kırıldı dememe rağmen hâlâ üstüne basıp tekmeleyip daha da sakat kalmam için bilinçli bir şekilde bunu yaptılar" diye anlattı.
Kırıkkale'de, 2021'de F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi'nde infaz koruma memurlarının 'kasten kolunun üzerine gelecek şekilde kendini yere attı' diye tutanak tuttuğu Gökhan Gündüz'ün kolunun infaz koruma memurları tarafından kırıldığı kamera görüntülerinden ortaya çıktı. Takipsizlik verildi. Bir zahmet Anayasa Mahkemesi'ne başvurarak tazminat kazanabildi. Hepsi o kadar. Açılan davadan da bir ceza çıkacağı yok.
Tüm bunlardan sonra memleketin İçişleri Bakanı'nın sözlerine bakalım.
O sözlerin teşvik ettiklerinin nelere yol açtığını gösteren örnekleri ve o insanların eyleme katılmaktan başka bir "suçunun" olmadığını unutmadan.
Süleyman Soylu, 2018'de, "Uyuşturucu satıcılarına, teröristlere nasıl davranıyorsak, aynı, şekilde acımasızca davranmak zorundayız. Kimse bizim insanlarımızı ve gelecek nesillerimizi zehirleyemez. Bunu göreve geldiğimiz ilk günden beri söylüyorum. Uyuşturucu satıcısını gören güvenlik görevlisi ne yaparsa yapsın sorumluluğu bana ait. Bir uyuşturucu satıcısını gördükleri zaman, beni ne kadar kınarlarsa kınasınlar ne kadar eleştirirlerse eleştirsinler, o uyuşturucu satıcısının ayağını kırmayan polis görevini yapmamış demektir. Gereğini yerine getiren suçunu bana atsın. Suçu neyse 5, 10 ya da 20 yıl içeride yatmaksa yatarım. 2018 yılında bunların tepesine çökeceğiz ve milletimizi bu illetten kurtaracağız" dedi.
Geçtiğimiz günlerde de "Türkiye'nin hiçbir noktasında uyuşturucu satılmasına müsaade etmeyeceğiz. Tekrar söylüyorum, emniyet güçlerimize tekrar talimat veriyorum. Uyuşturucu satıcısını bulduğunuz an ayaklarını kırın, ayaklarını kırın, ayaklarını kırın" diyerek sözlerini tekrarladı.
Soylu'nun konuşmalarının neredeyse tamamı hamaset yüklü. Sürekli olarak "gelin benden sorun, gelin bana söyleyin, ben sorumluyum" diyor ancak elbette bakanlığın sağladığı dokunulmazlıktan yararlanarak.
Yapılan hukuk dışı muameleleri, "Ama uyuşturucu sattı, bakın bakalım hangi eyleme katılmış, o zaten Amerikan ajanı, bu zaten foncu" diye savunuyor ancak olağan koşullarda bu sözlerin hukukun yakınından geçmediği gibi etikle de bağdaşmadığı açık.
İşkence, teşvik edilecek ve övünülecek, normalleştirilecek bir davranış biçimi değildir. İşkencecinin kendisi için bile değildir.
İşkenceyi, yürüyüşün nedenine, suçlunun eylemine, suçun tipine bakarak normalleştirmeye başladığınız anda infazlar başlar.
Bunun da darbe yönetimlerinden farkı yoktur. İşkencenin de o yönetim biçimleriyle sembolleşmesi gibi devlet adına güç kullananların hukukla bağlı hissetmemesi de büyük bir semboldür.
Ve bir derde deva da değildir üstelik.
Merak eden son yıllardaki uyuşturucu rakamlarına bakabilir.
Türkiye'de değil, Türkiye'ye doğru yola çıkarken engellenen gemilerden çıkan uyuşturucu miktarlarına.
Uluslararası baronların hesaplaşmak için Türkiye'yi seçmesine…
Ama Soylu, bu tutumunu toplum adına başka bir yönde değiştirebilir misal.
Mesela torbacıları da "kader kurbanı" ilan ederek infaz düzenlemesi adı altında çıkartılan af kanunu kapsamına alan partisine itiraz edebilir misal.
Bu kanun sayesinde dışarıya çıkanlara bakarak, hangi düzenlemenin nelere yol açtığını yüksek sesle söyleyebilir.
Yapılan operasyonlardaki yakalama ve tutuklama oranlarına bakarak, bacak kırmak yerine öncelikli yapılması gereken araştırma ve soruşturmaların yapılmasını tavsiye edebilir.
Zaten cezasızlık kültürünü hücrelerine kadar benimsemiş bir toplumda işkencenin teşvik edilmesi kulaklara hoş gelebilir.
"Helal olsun" diyebilirler, büyük alkışlar alınabilir.
Ancak hakikat tek, yöntemler belli.
İşkence çok ama çok utanç duyulacak bir eylemdir.
Gökçer Tahincioğlu kimdir? Gökçer Tahincioğlu, 1997'den 2018'e kadar Milliyet Gazetesi'nde yargı muhabirliği, Ankara Haber Müdürlüğü, köşe yazarlığı yaptı. Haber, yazı ve fotoğraflarıyla Musa Anter, Metin Göktepe, Abdi İpekçi gibi isimlerin adını taşıyan gazetecilik ödüllerini aldı. Çağdaş Gazeteciler Derneği ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü ödüllerine layık görüldü. Bu Öğrencilere Bu İşi mi Öğrettiler?: Öğrenci Muhalefeti ve Baskılar (2013, Kemal Göktaş'la birlikte), Beyaz Toros: Faili Belli Devlet Cinayetleri (2013) ve Devlet Dersi: Çocuk Hak ve İhlallerinde Cezasızlık Öyküleri (2016), Çünkü Umurumuzda adlı mesleki kitaplara imza attı. Yaralı Hafıza ve Kayıp Adalet adlı derleme kitapların editörlüğünü üstlendi. İlk romanı Mühür, 2018'de yayımlandı. 2020'de yayımlanan ikinci romanı Kiraz Ağacı ile Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandı. 2018'den bu yana T24 Ankara Temsilcisi olarak çalışıyor. |