Düşünün ki bir ülkede, 40 yıldır devam eden çatışmaları sonlandırmak için bir süreç yürütülüyor.
Ülke ortadan ikiye bölünmüş durumda. Kimi yürütülen sürecin bölücülükle eş değer olduğunu savunuyor, kimi yanlış yürütüldüğünü, kimi bir biçimde yürütülmesi gerektiğini.
Ve düşünün ki hükümet, bu sürecin aktörlerinin haklı olarak kendilerini güvenceye almak istemelerine karşılık bir çerçeve metin hazırlıyor. Süreçte görev alanların hukuken sorumlu tutulamayacakları, hükümet ve devlet politikalarının uygulandığını açıkça gösteren resmi bir protokol…
Düşünün ki devlet görevlileri, sürecin işlemesi için, İmralı’da bulunan Abdullah Öcalan’a gidecek kişilere bizzat eşlik ediyor. Gidecek isimler günlerce tartışılıyor, sonradan gitmelerine karar veriliyor. İmralı dönüşünde ise bu kez bir partiden konuşulanları Kandil’e aktarmaları isteniyor. Devlet görevlileri nezaretinde İmralı’ya da gidiliyor.
Bu süreç devam ederken, kurulan heyetler ülkenin dört yanını gezip, kamuoyu desteği almaya, olanı biteni halka anlatmaya çalışıyor.
Ve genel seçim yaklaşıyor bu atmosferde.
İktidar partisi, tüm bu süreçlerde aktif rol oynayan HDP’nin seçime parti olarak değil bağımsız adaylarla girmesi için ardı ardına mesajlar veriyor.
HDP, buna rağmen seçime parti olarak giriyor ve yüzde 13 oy alıyor. AKP, ilk kez tek başına iktidar olabilecek oranda oy alamıyor.
Hemen ardından, aylar önce valilerin, polisin, askerin gayet bilgisinin olduğu, "hendek" ve "öz yönetim" konuları şiddetli biçimde gündeme geliyor. Aylar önce HDP’lilerin aracılığıyla kapatılan bazı hendekler yeniden açılmış, hendeklerin kapatıldığı bazı yerlerde insanlar, çocuklar öldürülmüş. Anlaşılmaz biçimde yeni hendekler açılmış bazı ilçelerde ve o güne kadar tartışılmamış. Ne yapılacağının konuşulmasının beklendiği bir ortamda bombalar patlıyor. HDP’nin seçimden önceki son Diyarbakır mitinginde, seçimden sonra ise Suruç’ta. Gencecik insanlar ölüyor.
Hemen ardından iki polis, Ceylanpınar’daki evlerinde, başlarından vurularak öldürülüyor. O dönem gözaltına alınan, hakkında dava açılan, tutuklananların hepsi beraat ediyor, dosya karanlıkta kalıyor ama o olayla birlikte çözüm süreci bitiyor.
Düşünün ki 40 yıl süren çatışmalı dönemde ilk kez şehir merkezlerinde askerin ağır zırhlı araçlarla planlı operasyon yapmasına izin veriliyor. Hendek operasyonları günlerce, haftalarca sürüyor. Kimse, kimin neden öldürüldüğünü bilmiyor. Büyük bir çuval var ve herkesin ismi o çuvalın içine atılıyor.
Çocuklar ölüyor, evlerinde oturan kadınlar ölüyor, ilgisiz, sokakta yürüyen insanlar ölüyor ama ses çıkmıyor.
Bunları naifçe televizyonda söyleyen bir öğretmenin başına gelmedik kalmıyor.
Kim ağzını açsa, büyük bir koro tarafından susturulup, bir hendeğin içine atılıyor.
Ve bu ortamda, akademiden de bir ses geliyor.
Akademisyenler, gazeteciler, sanatçılar, yazarlar alışkındır imzaya açılan metinlere. Hatta öylesine alışkındır ki kimisi artık bir işe yaramadığını düşünerek katılmaz bu imza kampanyalarına…
Ama bu kez öyle olmuyor.
İktidara yakın gazeteler, belli ki dikkat çekmek için sert dille yazılmış, örgütü değil devleti muhatap almış bildiriyi manşetlere taşıyor. Çok uzun yıllardan sonra ilk kez bir imza metni, bütün ülke tarafından tartışılıyor. Her fırsatta, "Muhatap devlettir" diyenler, bu kez, "Neden örgütü muhatap almadınız?" diyerek "vatansever" bildirilerle, kendilerini gösteriyor.
Hocaların evleri basılıyor, taşradaki akademisyenlerin kapılarına çarpı konuluyor. Soruşturmalar, davalar açılıyor.
Tam, biraz olsun mesele hafifledi derken, yıllarca iktidarla işbirliği yapan cemaat darbe girişiminde bulunuyor.
O cemaate karşı iktidarı yıllarca uyaranlar, bu kez darbecilerle işbirliği ile suçlanıyor.
Nereden çıktıysa, birinin aklına yine akademisyenler geliyor ve olağanüstü hâl fırsata çevrilerek bir tasfiye fırtınası başlatılıyor.
Yüzlerce akademisyen işinden ihraç ediliyor. 15 Temmuz’la ilgisiz, haklarındaki yargı süreçleri devam eden insanlar, "Devlete sadakat" başlığı altında hazırlanan listelerde "sadakatsiz" olarak işaretlenip, medeni ölüme mahkûm ediliyor. Başka bir kamu kurumunda çalışmaları yasak, yurtdışına çıkmaları yasak…
Yıllar geçiyor, Anayasa Mahkemesi, nihayet bir karar veriyor barış akademisyenleri ile ilgili.
"Bese Hozat" saçmalığını herkesin yüzüne vuruyor.
PKK’lı Bese Hozat’ın akademisyenlere basın aracılığıyla emir verdiği, bildirinin sonra hazırlandığı iddiasına karşılık ne Hozat’ın böyle bir açıklamasının olduğunu, ne de akademisyenlerin bir talimat aldığını anlatıyor kararında. İfade özgürlüğünün anlamını aktarıyor kısık sesle olsa da.
Ardından hocalar hakkındaki davalar beraatle sonuçlanmaya başlanıyor. Mahkemeler gönülsüz ama yapacak bir şey yok. AİHM riski söz konusu olunca aniden karar veren Anayasa Mahkemesi’nin kararına istenmese de uyulmak zorunda. En azından bu davada… Zira bazen, başka türlü konuşmalar yapılıyor olacak ki o kararlar da aylarca yok sayılabiliyor.
Ama Anayasa Mahkemesi’nin sesini önemsemeyen bir kurum var; OHAL Komisyonu.
Yargı dağıtan ama yargının kararlarını önemsemeyen, KHK ile yarı idari, yarı yargı yetkisiyle donatılan bu kurum, yıllardır akademisyenlerin başvurularını karara bağlamıyor. Darbeye katılanların, ağır ceza alanların, almayanların dosyaları bile görüşüldü ama darbeyle alakasız insanlar, komisyonun, nedeni belirsiz bu tavrı nedeniyle yıllarını kaybetti. Komisyon, yargılandığı darbe davasından beraat eden Mehmet Altan’ın üniversiteden ihraç edilmesi işlemine yaptığı itirazı, Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararına rağmen, kararlarla bağlı olmadığını belirterek reddetti. İpuçları veriyor ama nedense karar vermiyor. Zaten ihraçları iptal etmesi gereken komisyon, yapmak istediği gibi yapıp reddetse bile yıllar önce idare mahkemesi yolu açılacaktı akademisyenler için. Ancak mahkeme yolu da açılsın istenmiyor olacak ki, komisyon dosyaları bir rafta tutup bekletiyor.
Aslında herkesin neyin ne olduğunu bildiği bir ülke burası…
Bir biçimde cezalandırılanlar, somut eylemleri için değil, "Ben senin ne olduğunu biliyorum da bugüne kadar bir şey yapamadım" kafasıyla cezalandırılıyor.
Bese Hozat’ın bir açıklaması olmadığını, akademisyenlerin açıklamalar nedeniyle bu bildiriyi hazırlamadığı, bildirinin aslında ifade özgürlüğünden ibaret olduğunu devlet de siyaset de çok iyi biliyor.
Her şeyin görüntüden ibaret olduğu bir hukuk düzeni, her şeyin rayında gittiği izlenimi yaratılan bir iklim.
Herkesin gerçeği bildiği ancak konuşmadığı, kalabalıkların algısına insanları teslim ederek sonuç almaya çalıştığı bir linç ülkesi.
Ama ne insanlar medenice ölmeyi kabul ediyor, ne de haksızlığın karşısında susmayı.
OHAL Komisyonu da öğrenir bunu elbette ya da öğrenmiştir çoktan.
Haksızlığa uğrayanlar mutlaka mutlaka doğruluyor yerinden zamanın bir yerinde.
Ve başlarını saklıyor buna neden olanlar, ilk fırsatta yeniden linç edecek olsalar bile.