İnsan, günün sonunda mutlaka kendiyle yaşar.
Sırların, hataların ya da günahların yüzüne vuracağı bir zaman gelir mutlaka. Kimseye itiraf etmese de ne yaptığını, neyin kendisini rahatsız ettiğini, neden rahat uyuyamadığını bilir.
Kaçtığı bir terazi böler uykularını.
Ve bazıları bununla yaşamaya da razıdır.
Olanları Noelle-Neumann’ın Suskunluk Sarmalı teorisiyle açıklamak mümkün. Dışlanma korkusuyla, yanlış bulduğuna onay verenler, "tadımız kaçmasın" diye yaşamayı sürdürenler, akıp giden büyük bir dalgaya kendini kaptırıp, esiri olanlar...
Ancak sarmalı sadece basit tanımıyla ele almak yerine kuyuyu daha da kazmak gerekiyor, çamuru görebilmek için. Dünyanın dört bir yanında yaşananlara verilen tepkilerle, bu coğrafyada yaşananlara verilen tepkiler öylesine iki yüzlü ki ne kadar derini kazsan yetmiyor.
Hannah Arendt, Nazi ordusuna katılmayan, işbirlikçi olmayı da kabul etmeyen Almanlar’ın durumunu açıklarken, kişinin kendisini katil olarak görebileceğini anlatır ve "bir katille yaşamak istememek" kavramını ortaya atar:
"Ayaklanıp isyan edememiş olsalar da, kendi yaşam alanlarında işbirliği yapmayan ve kamusal yaşamda yer almayı reddeden az sayıdaki insanın diğerlerinden farkları neydi? … Katılmayı reddeden ve bu nedenle çoğunluk tarafından sorumsuzlukla suçlanan insanlar, kendi başlarına karar verebilme cesaretini göstermiş olanlardı. Bunların böyle davranmayı becerebilmelerinin nedeni, daha iyi bir değerler sistemine sahip olmaları ya da düşüncelerinde ve bilinçlerinde hâlâ eski adalet ve adaletsizlik ölçülerinin köklü bir biçimde yer alması değildi. Bence olay, bu insanların vicdanlarının, deyim yerindeyse otomatiğe bağlanmamış olmasıydı… Bence işbirliği yapmayanların başka bir kriteri vardı: Bunlar söz konusu yok etme sürecine katıldıklarında, hangi ölçüde kendileriyle barış içinde yaşayabilecekleri sorusunu sormuşlar ve hiçbir şey yapmamayı tercih etmişlerdi. Dünya onların bu davranışlarıyla olumlu yönde değişeceği için değil, sadece bu şekilde kendileri olarak yaşamaya devam edebilecekleri için yapmışlardı bu tercihi."
Arendt, Hitler’in en güvendiği isimlerden Eichmann’ın yargılamalarını izlerken de artık sıkça kullanılan "Kötülüğün sıradanlığı" kavramına başvurur. Eichmann, suçlamaları reddetmektedir; çünkü Nazi hukuk sistemine göre yanlış bir şey yapmamış, itaat etmekle yükümlü olunan emirleri gerçekleştirmiştir. Eichmann hayatı boyunca Kant’ın ahlak kurallarına uygun yaşadığını savunmaktadır. Sığındığı köşe, "Hiçbir şeyi değiştiremeyeceği" düşüncesidir.
Arendt, özgürlük olmadan adaletin de sağlanamayacağını bu nedenle savunur. Özgürlük ise sadece "istediğini yapabilmek" değildir.
Karşıdakinin ne olduğunu görebilmek kolay… Hatta net bir çizgisi olanlara, örtülü bir saygı duymak da mümkün…
En kötüsü, doğduğu kent, doğduğu kimlik, yaşadığı çevre gibi nedenlerle bir biçimde olmaması gereken bir evrenin içinde bulunanların hazin hali… O kimliklerin hepsini, kendi temsili, kariyeri, geleceği için ölesiye kullanan, sıra bedel ödemeye geldiğinde, tırnağının ucu kırılsa bağırmaktan sesi kısılanların ortak özellikleri var.
Gizledikleri ırkçılık, gizledikleri ayrımcılık, gizledikleri cinsiyetçilik… Masalarda bağıra bağıra söyledikleri özgürlük şarkılarının hemen ardından aynı masalarda arkalarından olmadık laflarla doğradıkları kadınlar, erkekler, insanlar…
Susulan tacizler, sıcak bir merhabanın bile esirgenmediği, sözleri, yazıları hâlâ alkışlanan tacizciler… Uzak bir köydeki istismarı, tecavüzü rapor haline getirirken sloganlarla, ne yaptığını gayet iyi bildiğine karşı "olur böyle şeyler" halleri. Büyük sözler, küçük hesaplar.
Öyle dar çevrelerle sınırlı değil bu hesaplar. Tek bir cümleyle fikirlerini o baştan bu başa değiştirenler de adaletsizliğin ne olduğunu iyi biliyorlar. Ancak görevleri gerekçelendirmek, yeni durumu ölesiye savunmak, saldırmak… Bir de onlara tepki gösterenlerin hazin hali var.
HDP’li Leyla Güven ve Musa Farisoğulları ile CHP’li Enis Berberoğlu’nun vekillikleri apar topar düşürüldüğünde, ana muhalefet, "HDP’ye yapılan haklı ama CHP’ye nasıl yapılır?" denilebilecek bir suskunlukla sadece kendisinden bahsediyor. "Yan yana görünmeyelim de ne denilirse denilsin" tavrını sürdürerek, adaletsizliği deşifre etmekten çekiniyor.
"Düz ovada siyaset" denilerek çıkılan yolda, ısrarla legal siyaset yapmak isteyen bir partinin bütün kentlerdeki parti yöneticilerine operasyon yapılıyor, her seçimden sonra seçilen belediye başkanları görevden alınıyor, milletvekilleri yargılanıyor, dokunulmazlıkları kaldırılıyor, vekillikleri düşürülüyor. Ama lafını etmemek gerekiyor.
Cemaatin açtığı bütün davalar kumpas, HDP’lilerin yargılandıkları hariç! Güven ve Farisoğulları dahil, onlarca HDP’linin ceza aldığı KCK davasının savcısı, hakimi tutuklanıyor, meslekten ihraç ediliyor ama dava sonuna kadar gerçek!
Ya da işkence mi söz konusu…
Kariyerini JİTEM’cileri araştırarak zenginleştirmiş olanlar bile, "ihtiyaç duyduğunuzda polisi arıyorsunuz ama…" diyerek tezat kuruyor meseleyi. Kolay zira.
İşkence ve kötü muameleyi görevinin parçasını sayanları sadece "muhalif" denilenlerin deşifre etmesi yetmiyor. Hükümetin, polisin, bürokrasinin, yargının asıl tepkiyi göstermesi gerekiyor. Görevi sırasında öldürülen polisler işaret edilerek, kötü muamele ve işkenceyi eleştirenleri "düşman" olarak konumlamak asıl haksızlık. Ve bu tezatı bile isteye kuranlar da aslında gerçeği biliyor.
İçeriden, dışarıdan, uzaktan, yakından fark etmiyor. Kendisi olmayı, kendiyle yalnız kaldığı zamanı değil, nasıl göründüğünü, kime yarandığını, nasıl tadı kaçmadan yaşayacağını düşünen bir ordu var. Ve ördükleri büyük bir çelik duvar...
Ve gerçekten de tank, top, bomba, silah o duvara işlemiyor!