Nasıl Hrant Dink, yazısı nedeniyle hedef tahtasına konulup, işaretlenmişse, Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi de katıldığı televizyon programında düşüncelerini dile getirdiği için hedef haline gelmişti.
Yeni değildi Elçi için hedef haline gelmek.
Ancak bu kez, toplumun önüne atılmış, bu kez yıllarca hukuki zeminde mücadele ettiği kesimlerin dışında, bütün topluma "homo sacer" olarak sunulmuştu.
Agamben’in kavramsallaştırmasını aktarmak daha uzun bir metni gerektiriyor ama kısa yoldan Elçi’nin o andan itibaren yok edilmesi yaptırıma tabi olmayan insanlardan biri haline getirildiğini söylemek yanlış olmaz.
Nitekim kural da değişmedi. Linç edildikten, hedef gösterildikten, tehdit edildikten, gözaltına alındıktan kısa süre sonra, Tahir Elçi, Dört Ayaklı Minare’nin ayakları altında vuruldu. Güpegündüz, herkesin gözünün önünde…
Elçi’nin vurulduğu dönemde, "hendek operasyonları" olarak bilinen operasyonlar yeni başlıyordu. Ve açıkça görülüyordu ki artık, bu operasyonlarda olup bitenler konusunda herhangi bir biçimde hukuki çalışma yapmak isteyen, haklar ve özgürlükler konusunda söz söyleyen, araştırma yapan kim varsa, bunun bedelini ödemek zorunda kalacaktı. Bu bedeli ödeyenlere yapılanları meşru göstermek için büyükçe bir bayrak ortaya çıkartılmış, sloganlar hazırlanmıştı.
Elçi, bütün yaşamı boyunca yaptığı gibi, mücadelesini son nefesine kadar sürdürdü. Tehdit edildiğinde, en gür sesiyle haykırdı:
"Sözlerimiz nedeniyle öldürme biçimiyle birlikte tehdit edenler: sizden korkan sizin gibi alçak olsun. 1990'lı yıllardan bu güne JİTEM'ci ağababalarınız ve generallerinize boyun eğmedim, sizden mi korkacağım?"
Korkmadı…
Nasıl öldürüldüğünü, cinayetten sonra yaşananları ise biliyoruz.
Herkesin gözünün önünde işlenen bir cinayetin soruşturması tam 5 yıl sürdü.
Mermi çekirdeği kayboldu, saatler sonra yapılan keşif, birçok kanıt toplanmadan tamamlandı.
Eksik bilgi ve belgeler gönderilerek adli tıp raporu istenildi.
Kamera görüntülerinin en kritik 13 saniyesinin kayıp olduğu anlaşıldı ve hâlâ ortada yok.
Adli Tıp’ın "saptanamaz" dediği, Elçi’ye kimin hangi yönden atış ettiğine yönelik rapor, Diyarbakır Barosu’nun girişimiyle, İngiltere’deki uzman kuruluş tarafından hazırlandı.
O kuruluşun işaret ettiği üç polis hakkında, bir zahmet dava açıldı. Failin hangisi olduğu belirtilmeden, hepi topu 2 yıldan 6 yıla kadar hapis istemiyle.
Cinayetten hemen sonra, gayet alışıldık biçimde, gizli tanık ifadesine dayanılarak, Elçi’yi olay yerinde örgüt üyesinin vurduğuna yönelik haberler çıkmıştı. Bu iddia, hangi kanıta dayandığı anlaşılmaz biçimde yeniden iddianameye taşındı. Sanık polislerle birlikte, firari bir PKK’lı da sanıklar arasında.
Ve duruşmadan hemen önce, aynı PKK’lı hakkında bir iddianame daha hazırlandı. Yine tek cümlelik, gizli tanık ifadesine dayanılarak… Elçi’yi bu PKK’lının vurduğunu söylüyordu gizli tanık. Apar topar, Elçi cinayeti davasına bakacak Diyarbakır 10. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderildi iddianame. Mahkeme, apar topar, iki davayı birleştirme kararı verdi.
Aynı mahkeme, daha dava açıldığı sırada, ortada fol yok, yumurta yokken, güvenlik gerekçesiyle davanın naklini de istemişti. Ancak güvenlik sıkıntısı olmadığı bizzat valilikçe bildirilince, davaya bakmak zorunda kaldı.
Ve aynı mahkeme, aylar öncesinden, artık Diyarbakır’da olmayan, ikisi aktif görevde bulunan üç sanık polisin, bulundukları kentlerden duruşmaya katılmasını kararlaştırmıştı.
Bu kadar önemli bir davada, yüz yüze sorguya izin vermiyordu mahkeme.
Bütün bunlar, ilk duruşmada yaşanacakların habercisi gibiydi.
Neler yaşandığını, Elçi ailesinin avukatlarından Neşet Girasun anlatsın:
"İki temel noktada kriz çıktı. Biz katılma taleplerinin sorguya geçilmeden önce yapılmasını istedik. Normalde soruşturma aşamasında şikayetçi olursunuz. Soruşturma davaya döndüğünde davanın tarafı olabilmek için davaya katılmanız gerekir. Yoksa talepte bulunamazsınız. Soru sorma hakkınız, kararlara itiraz hakkınız olmaz. Katılma talebinizin mahkemede kabul görmesi lazım. Katılma talebinde bulunurken, iddianameyle ilgili de değerlendirmelerimizi, cinayetin perde arkasını anlatmayı, CNN Türk’teki programdan sonraki linç sürecini, gözaltı sürecini, olay yerinde korunmamasını, tehditleri anlatmak istedik. Mesele sadece cinayet değil. Olay yerindeki soru işaretleri, mermi çekirdeğinin kaybolması, delillerin kaybolması, iki örgüt elemanının 9 km. boyunca durdurulmaması ve olay yerine gelmesi, hepsini anlatmak istiyorduk. Mahkeme, sorguyu yaptıktan sonra size söz vereceğim dedi. Savcıdan sonra bize söz vermesi gerekir. Biz iddia makamıyız. Önce bizim anlatmamız gerekiyor. Sorgunun da buna göre yapılması, sanığın da kendisini buna göre savunması gerekiyor. Mahkeme, birkaç nedenle bunu yapmış olabilir, mevzuatı yorumlayamaması vs. Ama öncelikle dosyaya bakış açısı bu.
Böyle bir davada, ekrandan, uzaktan SEGBİS yoluyla sorgu olmaz dedik... Sanıkların yanında hakim yok. Kimlik tespiti yapılmamış. Biz de dedik ki bunlar başka kişi de olabilir. Orada hakim olması gerekiyor. Hatta bir avukat arkadaş dedi ki, 'nereden biliyorsunuz, belki ikizini gönderdi sanık'. Küçücük bir ekran, görünmüyor sanıklar. Mahkeme bile görmüyor. SEGBİS üzerinden yargılama yapmak hukuka aykırı olmasa bile dosyanın niteliğine baktığınızda sanıkların mahkemede dinlenmesi gerekiyor. Jestlerini, mimiklerini görmemiz gerekiyor. Bunu da reddetti. Biz, o zaman 'bir sonraki duruşmada dinleyelim sanıkları' dedik. 'Biz orada, onların bulunduğu kentlerde olalım' dedik. Biz orada bulunabiliriz, onların bulunduğu yerde. Bunu da reddetti. Türkan Elçi, konuşmak istedi. Bu taleplerle ısrarlı olmamız üzerine, hem bizim için hem Türkan Elçi için dışarıya atılacağımız ihtarında bulundu. Böyle bir iddianameyi kabul etmiş olması da bizim için sıkıntıydı. Bu kadar yetersiz bir iddianameyi kabul etmesi, daha duruşmayı yapmadan davanın naklini istemesi, ilk duruşmadan bir gün önce hazırlanan yeni iddianameyi bizim dosyamızla birleştirmesi, genel olarak duruşmadaki tavrı nedeniyle tarafsızlığını yitirdiğini söyledik. Çekilmelerini istedik. Çekilmiyorlarsa reddi hakim talebinde bulunduğumuzu söyledik. Mahkeme de duruşmayı erteledi. 11. Ağır Ceza Mahkemesi, bu talebi değerlendirecek. Artık bu kararı vermesini bekliyoruz."
Tahir Elçi, yaşamı boyunca korkmadan, bu ülke için mücadele etti.
Hakikat için, bombalanan köylülerin, öldürülmüş çocukların, işkence mağdurlarının avukatlığını yaptı.
Vatanseverlikten, yaşadığı ülkeyi sevmekten söz edilecekse, asıl bu cümleler Tahir Elçi için kurulmalıydı.
Öyle olmuyor, hamaset galip geliyor memlekette. İstenilen, alışılmış birkaç cümleyi sarf edip, yapmadığını bırakmayanlar kazanıyor görünüyor.
Ama tarih de böyle yazılmıyor, akmıyor. Tarihe, bunları yapanlar kalmıyor.
Manisa’dan yaşam hakları için Ankara’ya yürümek isteyen, her adımda durdurulan, gaz sıkılan, gözaltına alınan, soğukta bekletilen madenciler için konuşan madenci söylesin son sözü:
"Sanki suçlu bizmişiz gibi, hırsızlığı, namussuzluğu, arsızlığı biz yapmışız gibi hesabı bizden sormaya çalışıyor. Yani hesabı sorması gerekenlere gidip hesap sormayanlar bizden hesap sormaya çalışıyor; oysa bizim haklılığımızı herkes biliyor… Yerin yedi kat altında altın teriyle yaşamını devam ettirmek durumunda kalıp kör edilenlerden, sakat bırakılanlardan, ciğerleri çürütülenlerden hesap sormasın devlet! Devlet bunları yapanlardan hesap sorsun gücü yetiyorsa. Bir tane kıçı kırık patrondan hesap sormayı beceremeyen devlet gücünü bizde sınayacak öyle mi? Öyle mi alay komutanı? Buradayız biz. Yıllarca arkadaşlarımızın bedenlerinden parçalar kopartıldı o madende, şimdi bize güç göstereceksiniz ha? Ve biz o güçten korkacağız öyle mi? Vallahi de billahi de korkmuyoruz sizden."