Binbir iyilik ve kahramanlık hikâyesinin anlatılabileceği Marmara depreminden hemen sonraydı.
Otobüslerle, kamyonlarla, kamyonetlerle arabalar depremin en çok yıktığı kentlerden birine yardım taşıyor, ellerinden geldiğince, bir derde deva olmaya çalışıyorlardı.
Başka bir ülkeden, görüntüleri izleyince dayanamayıp atlayıp Türkiye’ye gelen iki yabancı kadın da topladıkları yardım paralarıyla kamyonet kiralamış, bulabildikleri ne varsa yüklemişlerdi. İki kadının bulunduğu kamyonet, kent meydanındaki kahvehanenin önüne yaklaştı. Kadınlar, yardımları, nereye, nasıl götürebileceklerini öğrenebilmek için kahvehaneye girdi.
Aslında kapıda belirdikleri an içeriye girmelerine gerek olmadığını da hemen anladılar. Kadınların etrafına doluşan kalabalık, bir anda yılbaşında Taksim’de yaşanan görüntülere benzer bir görüntü oluşturdu. Kadınlar artık soru sormayı bırakmış, nasıl kurtulacaklarını düşünüyorlardı. Birkaç kişinin uyarmasıyla, itiş kakışla, "ayıptır" sözleriyle kurtulabildiler.
Bir başka kentteki enkaz alanında, kurtarma çalışmaları bitmiş olmasına rağmen kalabalık göze çarpıyordu. İlk bakışta, o apartmanlarda oturan insan olduğu sanıldı enkazın üzerinde gezinenlerin. Değillerdi.
Enkaz enkaz gezen bu insanlar, birilerinden geriye kalan kıymetli eşyaları, taşları, satabilecekleri herhangi bir nesneyi buluyor, yanlarında getirdikleri arabalara yüklüyorlardı.
Hemen yanındaki bir kentte ise hasarlı binalar hızla elden geçiriliyor, onay bile alınmadan kışa girilen kente gelen öğrencilere kiralanıyordu. O öğrencilerden bazıları, kısa süre sonra yaşanan ikinci deprem o binaların altında yaşamlarını kaybedecekti. Bilmiyorlardı.
Asla başına gelmeyeceğini, sadece haberlerden başkasının başına geldiğini izleyeceğini sandığı felaketlerden birini yaşayanlar, bir yol ayrımına gelir.
Öfkelidir. Sürüp giden yaşamın içerisinde, milyonlarca, milyarlarca insanın içerisinde neden bu felaketin gelip kendisini bulduğunu anlamaz.
Biraz zaman, olup bitenin neden ve nasıl yaşandığını anlamasına imkân veren biraz zaman, öfkeli kalıp kalmayacağını gösterir. O zamanın ardından ya felaketin başkasını da bulmasını dileyen ya da bir başkasının asla bu felaketi ya da benzerini yaşamasını istemeyen bir insana dönüşür. Hangisine dönüşeceğini kendine söyleyebildikleri, öğrendikleri belirler.
Toplumsal felaketler ise biraz daha farklıdır.
Hayır, kaç gündür yazıldığı gibi küresel dersler alınmaz, insanlar dayanışmanın güzelliğini fark edip buna sığınmaz, bundan sonrasını günlük gülistanlık yaşamaz. Aksine, kendini kurtarabilmenin dayanılmaz cazibesi gelip çarpar yüzüne. Tam da o günlerde akıp giden zamanın içinde bir derde deva olmaya çalışanlarla, hiç ölmeyeceğini sananlar arasındaki derin vadi, uçuruma dönüşür. İnsanlık tarihi, örnekleriyle doludur.
Bu yüzden hâlâ birileri ırkların farklılığı safsatasından söz ediyor, birileri ihtiyacı olanlara üç beş kuruş pahalıya eşya satmak derdinde…
Birileri kolaylıkla testler yaptırıp kendini müthiş önlemlerle karantinaya aldırırken birileri "griptir geçer" diyerek öksüren, ateşlenen yakınlarını teselli ediyor.
Yanıbaşımızdaki, gelişmiş sanılan AB üyesi ülkenin askeri, polisi, biber gazının sığınmacılar üzerinde daha etkili olması için dev fanları çalıştırıyor.
Diğer yüksek standartlarda yaşayan ve bu konforunu zerre paylaşmak istemeyen ülkeler, en yakınlarındaki ülkenin yardım çağrısına yüz çeviriyor, yetmiyor, o ülkeyi tecrit etmek için sağlık ürünlerini paylaşmayı bile reddediyor.
Kendini hoşgörüyle özdeş tutmaktan hoşnut memlekette ise kaybedeceği bir hayatı bile kalmamış sığınmacı, bu kez virüs taşıdığı gerekçesiyle bıçaklanıyor.
Meriç’in, Ege’nin altı bu yüzden umut yolculuğuna çıkmış insan bedenleriyle dolu.
İnsanlar, o muhteşem, dokunulamaz, ne pahasına olursa olsun sürdürmek zorunda hissettikleri yaşamdan gram eksilmemesi için bir başkasının hayatını çalmaya hazır bekliyor.
İnsanlık, yüzyıllardır bildiğini yapıyor.
Irk ayrımı yalandır, insanların, erkekliğin, ırkçılığın, ayrımcılığın farklı coğrafyalarda farklı olabileceği düşüncesi gibi.
Akıp giden hayatın içinde bütün bu başlıklarda kolektif bilinç ve kurallar geliştirilmediği sürece, Habil’le Kabil’den bu yana yaptığını yapar insanlık. Ders almaz, öldürür, çalar, kendine ister.
Ama enseyi karartmamak lazım… Binlerce yıldır yaşayan o virüse karşı bıkmadan usanmadan çalışanlar da var.
Bir cehennem anında değil, her şey her zamanki gibi akıp gidecek sanılırken birilerinin elinden tutmak isteyenler… İktidar kavramına zerre tenezzül etmeyenler, ihtiyacından fazlasına gözlerini bile çevirmeyenler…
Bize ders olabilecek felaketlere ihtiyaç olduğu fikirleri dursun bir yanda.
O bitmez kavgayı sürdürenlerin anlattıklarına kulak verildikçe dönebilecek dünya.