İklim aktivisti 16 yaşındaki İsveçli öğrenci Greta Thunberg’in başlattığı ‘İklim İçin Okul’ grevinin geçtiğimiz Cuma günü Türkiye’den de 11 yaşındaki Atlas Sarrafoğlu öncülüğünde destek bulması, ürperten rakamlar, ürküten istatistiklerle karşımıza gelen küresel ısınma faciası ve yakın gelecekte dünyada yaşamın bitme tehlikesine ilişkin uyarıları bir kez daha gündeme taşıdı.
Dünya denen gezegeni yaşam evrenimiz olarak koruyabilmek, insan denen canlı türü olarak dilediğimizi yapma arzumuzla toplumsal sorumluluğumuzu kabullenme zorunluluğumuz arasında, bir seçim yapmayı değil ama, bir denge kurmayı gerektiriyor. Dilediğimizi yapma arzumuzla toplumsal sorumluluğumuzu kabullenme zorunluluğumuz, insan olarak üzerinde yürümeye yazgılı olduğumuz gergin bir halattır. Bu halat üzerinde düşmeden dengede kalabilmemiz lazım.
İnsan dışında hiçbir canlı böyle bir ikilemle yaşamaya mecbur bırakılmamıştır. Bir hayvan, ya sürüyle birlikte yaşar ya da yalnızdır. Bir tek insan bu ikisini bir arada yaşayabilmenin peşinden koşar.
Dilediğimizi yapma arzumuz yaşadığımız gezegeni yok ediyorsa, onu koruma sorumluluğunu bize içinde yaşadığımız toplum vermelidir, verebilmelidir. Bu ise toplumdaki güç dağılımıyla, doğa üzerindeki maddi ve ideolojik denetimle yakından ilişkilidir.
Bu yüzden, gezegende yaşamın tükenme tehlikesi ve buna karşı çözüm arayışı, politik boyutları olan bir konudur.
Politika! Yani, insanı insanla dönüştürme sanatı.
Ekolojik sorunlara bu perspektifle bakmak önemli, çünkü ekolojik hassasiyetler, ziyadesiyle, insan tiksintisiyle sonuçlanıyor.
Her türlü bilgi gibi, gezegenimizin geleceğine ilişkin bilgi de, bizi hayvandan ayırdığını düşündüğümüz şey her ne ise, ahlâkî yaratıklar olarak her ne isek, onun saygınlığı için bir sorumluluktur.
Hâlbuki daha 17. yüzyılda, 1695 yılında, “Doğa artık çok yoruldu” diye yazmıştı İspanyol keşiş Carvallo. Bugün o yorgun doğa ölüyor. Carvollo’nun çağında yemyeşil olan ormanlar bugün taşların bile yaşayamadığı çöllere dönüştü. İnsan, yaşananlardan ders almıyor. İnsan, kendinden başka hiçbir canlıya yaşam hakkı tanımıyor. Hatta insan, yine bir canlı türü olarak kendi gibi insan olan ama kendi gibi düşünmeyen, kendi gibi giyinmeyen, kendinden başka bir inanca, başka bir dile sahip olan türdeşine bile yaşam hakkı tanımayabiliyor.
İnsandan nefret etmeninin makul gerekçeleri bunlar. Böyle bir yaratığın yaşam hakkının olmadığını düşünme hakkımız vardır.
Evet, çevreyi katleden, gezegeni bir cehenneme çeviren insan soyudur, ama o soyun bu gezegendeki yanlış tarihidir bunun sebebi. Bu yanlış tarihi hesaba katmaksızın, kategorik olarak insan denen varlıktan nefret etmenin, anlamlı ve çözüme dönük, gezegeni kurtarmaya yönelik olası bir katkı sunması mümkün değil.
Jean-Jacques Rousseau, bu yanlış tarihin izahını dünyada uygarlığın başlangıcını tarif ederken gayet basit ve açık biçimde yapıyordu: “Ne zaman ki bir uyanık çıkıp bir arazinin etrafını çitle çevirdi, üzerine de ‘Burası benimdir’ tabelasını astı ve buna inanacak ahmaklar yığınını buldu, uygarlık da işte o zaman başladı.”
Yerleşik hayata geçişi tarif ediyordu Rousseau. MÖ 8 ile 6 bin yıl arasında tarihlenen (ki Göbeklitepe bulguları söz konusu tarihi biraz daha geriye götürdü) bu “uyanıklar ve ahmaklar” ilişkisi, içinde bulunduğumuz 21. yüzyıla kadar insanın doğayla ilişkisini, doğayı kullanma biçimini tayin etti.
Geldiğimiz nokta açık. Uygarlığın başlangıcı gibi sonu da aynı. Bugün bu gezegende yaşamı bitme noktasına getiren şey de, gezegeni kendi malı gibi kullanan, yanı sıra, buna herhangi bir itiraz geliştirmeyen, ikna edilmiş ahmaklar yığınını da bir şekilde bulmuş olan uyanık azınlıktan başkası değil.
İnsanın gezegendeki tarihine bu şekilde bakmayıp, insan diye toptancı bir kategori oluşturduğunuzda, yok olan dünya karşısında da o kategoriyi yargıladığınızda, Homeros’u, Öklid’i, İbn-Rüşd’ü, Mevlana’yı, Shakespeare’i, Karacaoğlan’ı, Tolstoy’u, Nâzım Hikmet’i, Marques’i, Âşık Veysel’i de yargılamış oluyorsunuz. Bunların her biri artık heyecan vermeyen birer tarihsel fosilden ibaret kalacaksa, dünya zaten yaşanmaya değer bir yer değildir artık. Ama bize insan diye, bunlar yerine, “uyanıklar” ve “ahmaklar” gösterildiyse eğer, yanlış ve kötü bir eğitimdir o. Erasmus, 14 yaşında yetim kaldığında, hayata tutunabilmek için, döneminin yanlış ve kötü eğitimini, kilise eğitimi almak zorunda kalmıştı. Ayinler, dualar onun için etkileyiciydi. Ama Yunan klasiklerini okuduğu zaman önünde bambaşka bir dünya açılmıştı. Şöyle diyordu Erasmus: “Bunu bir putperest yazmış, ama içinde adalet, kutsiyet, hakikat var. Kendimi ‘Aziz Sokrates, benim için dua et!’ dememek için zor tuttum.”
Sokrates niçin öldü? “Sorgulanmamış hayat yaşamaya değmez” dediği için. Sokrates’in istediği, Erasmus’un istediği, Tolstoy’un, Nâzım’ın, Marques’in, bütün namuslu ve iyi yürekli düşünürün, sanatçının istediği, insan haysiyetinin, insanın saygınlığının koruyucusu olmaktır. İnsan denen varlık, hiç değilse onların yüzü suyu hürmetine gözden çıkarılmamalıdır; insanın biricik evi olan dünya denen gezegen, hiç değilse onların yüzü suyu hürmetine hayat vermeye devam eden bir yer olmalıdır.
İnsan denen varlığın yaşam hakkı olmalı. Ama elbette insan evvela böyle bir hakka sahip olma hakkını elde etmelidir. Bu da, bitki veya hayvan, bütün canlıların hayatına saygılı olduğunu göstermesiyle mümkün olacak.
İnsanın kendi türüne karşı bile kıyıcı olduğu yanlış tarihi bu konuda ümitli olmayı zorlaştırıyor mutlaka. Habil’le Kabil’den beri “insanın kurdu” olmuş insana yönelik bütün “yapma, etme” buyrukları, ödül ya da cezaya bağlanmış her türlü öte dünya kehanetleri, dünyaya huzuru getirmeyi başaramadı. On Emir’in hükmü katiydi: “Öldürmeyeceksin!” Hükme uymayıp yoldan çıkmış kavmi için İşaya Peygamber daha uzak bir kehanette bulunmuştu: “Ve kılıçlarını eritip oraklara, mızraklarını sabanlara dönüştürecekler.” Bu kehanete yorum getiren Ernst Bloch’un hükmü bâkidir: “Mızraklar ancak, sürülen toprak herkese ait olduğunda sabanlara dönüşecektir; ne bir saat önce, ne bir saat sonra.”
İnsanın yanlış tarihi, insanı insanla değiştirme sanatından, politikadan vazgeçilmez ise, bitecektir. Yaşamakta olduğumuz bu tarihsel dönem, içinde bulunduğumuz uygarlık, elbette sonsuz değil. Haşmetli Asur’a, görkemli Mısır’a, kudretli Roma’ya verilmemiş olan güvence zavallı bize -elbette ki- verilmiş değildir.
Ama uygarlığımız geçip giderken, yaşanmaya değer olabilmesi için, kendi çağımızı sorgulamak gibi bir zorunluluğumuz var.
Biz bu gezegenin kıymetini bilemedik. Aziz Sokrates, bizim için dua et!