“Hayat, sanatı taklit eder” demiş olan Marcuse’ye yürekten inanırım. Körü körüne bir inanç değil, sebeplerim var. Mesela Kafka’nın Dönüşüm’ünü okuduktan sonra, evvelden insan bildiğim kalabalık içinde bir yığın böcek görmüşlüğüm var benim. Ya da Nâzım Hikmet’in Akrep Gibisin şiiri mesela, “aziz milletimiz”in pek çok ferdinin aslında korkak karanlık içinde yaşayan akrepler, ürkek serçeler olduğunu görmemi sağlamıştır. İnsan yüzünde Renoir’ın ışığını, doğada Monet’nin çiçeklerini hep sonradan fark etmişimdir.
Hatta inanın, koca Âşık Veysel, ilk kez annemin cenazesinde karşılaştığım yaşlı akrabam olup çıkmıştı karşıma, öyle güzel konuşmuştu ki benle!..
Hayat, sahiden de sanatı taklit ediyordu.
Tüm estetiğini yitirmiş görünen ülkemizde de hayat aslında tamamen sanat taklitçiliğine soyunmuş biçimde trajik, gotik, grotesk üslupta zengin manzaralar sunarak akıp gidiyor. Türkiye bir sanat reprodüksiyonu adeta. Koca ülke sanki Berlin Aleksander Meydanı! Goya’nın karanlık Colossus tablolarına da benziyor aslında! Ya da Macbeth’in İskoçya’sı sanki: “Her şeyden habersiz olanlardan başka gülümseyen kimse yok.”
Ama her şeyden habersiz olanlarla her şeyin aslında başka türlü de olabileceğini bilenler yine de bir arada yaşamaya devam ediyorlar. Üstelik kendini iyiden iyiye seçim atmosferine kaptırarak hırçınlaşmış siyasetin kıyıcı dilinden düşmeyen iftiralar, yalanlar ve karalamalara rağmen… Hayatın güncel siyasetten uzak alanlarında, siyaset erbabının bu iki kesim arasında kurguladığı gerilimi pek görmüyorsunuz. Oy tercihimizin farklı olduğunu bilen mahalle fırıncısının sıcak selamında o gerilimden eser yok, liderinin oy tercihi farklı diye kriminalize ettiği kesimden olmam bana muhabbetini hiç eksiltmiyor. Böyle bir yığın örnek verebilirim.
Gündelik hayat içerisinde hepimizin tesadüf ettiği böyle insanlar vardır. Ben de ettim. Açıkçası, aldatıcı bir gözlem olabilir belki ama, tesadüf edilen o kısacık anlarda hiç öyle böceğe, akrebe filan benzedikleri yoktu. Cem Karaca Kültür Merkezi’ni soran, tarif etmeye çalışırken karşılıklı tatlı tatlı şakalaşıp güldüğümüz AKP gençlik kolları üyesi kılıklı delikanlı… Hastanede iğneden korkan oğlumu usul usul sakinleştirmeye çalışan gümüş yüzüklü, çember sakallı amca… Tezgâhında unuttuğum damacana suyu peşimden koşturup getiren, bazı akşamlar kabuklu fıstık aldığım, ayaküstü sohbetlerimizden birinde de AKP’ye oyunu vereceğini söylemiş olan Ağrılı ve namuslu seyyar satıcı… Bu insanların hiçbiri kötü değil. Günlük siyasetin dışında ben bu insanlarla konuşurum, anlaşırım, dertleşirim… Karşılıklı olarak severiz birbirimizi. Karşılaştığımız o kısacık anlarda sevdik de zaten. Colossus ve Macbeth manzaraları ortasında Sait Faik’e öykündük herhalde… Onu taklit edesimiz tuttu demek ki!
Dediğim gibi, aldatıcı bir gözlem olabilir. Ama zaten bilimsel bir analiz olarak değil, insani bir his olarak söylüyorum bunu. O his sebebiyle, o anlarda hayat Sait Faik hikâyelerini taklit ediyordu ve bu güzel bir şeydi. Bilimsel verilerin ümitsiz kesinliği yanında Sait Faik taklidine de ihtiyacı yok mu bu ülkenin? “Dünyayı güzellik kurtaracak. Bir insanı sevmekle başlayacak her şey” demek, pek çok şeyin temiz başlangıcı olamaz mı -o insanlar bizi sevmekten çoktan vazgeçmiş olsalar bile-?
Yalanın, çirkefin, çürümenin karşısında bize düşen insanlığımızla gururlanmaktır. O insanları sevmek, Homo sapiens olmanın onuru adına, temsil ettikleri Homo politicus’tan kaygı duymak demektir. Gerçek kabiliyeti, baskıcı ve gaddar olmak değil, kör bir bilinci kışkırtmak olan siyasi denetim mekanizmalarının kurbanıdır onlar. Bu mekanizmaların dışında kalabilenler, harici konumlarını kör bilince karşı direnmek üzere harekete geçirmedikleri sürece, böcekler ve akrepler arasında yaşamanın tekinsizliğinden kurtulamayacaktır. Sabah akşam, “Bunlar böcek!”, “Bunlar akrep!” diye feryat etmenin hiçbir anlamı olmayacak, bu feryat da en az onların bilinci kadar kördür.
Böceklere ve akreplere yönelik kör feryatta aslında bir öfke uyuşması var, çünkü böceklikten ve akreplikten çıkış arayışına kapalı bir feryattır o. Ve bu öfke uyuşması, karşılıklı duygu donukluğuyla tamamlanır her zaman. Kimse kimsenin gerçekliğini, kimse kimsenin insanlık durumunu anlamaya çalışmaz. Bu durumda, insanlık durumundan şikâyetçi olduklarımız bizi kendilerine benzetmiş olmuyor mu?
İnsanların damgasını kendi ruhuna vuran biri değil de, kendi ruhunun damgasını insanlara vuran biri olmayı başarabilmeliyiz. O zaman ne öfke uyuşması kalır, ne de duygu donukluğu. Feryadımız, bir çıkış arayışına da işte o zaman dönüşür.
Geniş halk kesimi içinde yaratılan “muktedirler” ve “muhalifler” gibi ayrıştırıcı tanımlar, siyaset müdavimlerinin kendi aralarındaki cilveleşmelerinden çıkmış birer “unvan” sadece. Yoksa, aynı hayatın içinden birlikte geçiyoruz. Her günkü hayatın yükünü birlikte çekiyoruz. Tek bir fark var aramızda: Bir kilosunun fiyatına bir yoksul ailenin bir hafta geçinebileceği taze fasulyeler, yeşilbiberler bize hazin ve çirkin gelir. Onlar içinse din ve ülke düşmanlarının sinsi oyunudur.
Ayrıyı gayrıyı, kör bilinç ve kör feryatla birlikte ortadan kaldırmak için daha fazla insan olmanın dışında çıkar yol yok. Bunun anayasasını da yazmıştı şair babamız, Can’ımız. Haydi, onu taklit edelim…
Kan yasası bu insanın: Üzümden şarap yapacaksın Çakmak taşından ateş Ve öpücüklerden insan!
Can yasası bu insanın: Savaşlara yoksulluklara Ve binbir belaya karşın İlle de yaşayacaksın!
Us yasası bu insanın: Suyu şavka döndürüp Düşü gerçeğe çevirip Düşmanı dost kılacaksın!
Anayasası bu insanın Emekleyen çocuktan Uzayda koşana dek Yürürlükte her zaman