Bugünlerde koronavirüs salgınıyla birlikte Sinofobi (Çin ve Çinli düşmanlığı) diye tanımlanan bir ayrımcılık türünün de dünya üzerinde yaygınlaşmaya başladığını duyuyoruz. Ölümcül virüsün Çin'de ortaya çıkmış olması sebebiyle hemen her yerde "şüpheli" görülmeye başlanan Çinlilerin farklı şekillerde ağır mağduriyetler yaşadıklarına dair haberler okuyoruz.
Temel sebep elbette korku ve panik.
Bu korku ve panik, örneğin (Roma'da iki Çinli turistte koronavirüs tespit edilmesinin ardından) İtalya'da Çinlilere karşı ırkçı eylemlere dönüşmeye başlamış. Çinli bir çift, İtalyan gençlerden oluşan bir grubun kendilerine hakaret ederek tükürdüğünü söylüyor; Venedik'te Çinli bir üniversite öğrencisi de trende ırkçı hakaretlerle karşılaştığından şikâyet etmiş.
Avustralya'nın Sydney kentinde sokak ortasında kalp krizi geçiren ve "koronavirüs taşıdığı korkusuyla" etraftaki herhangi biri müdahale etmediği için olay yerinde ölen 60 yaşındaki Çinliyi de duymuşsunuzdur! Galiba en hazini de bu.
Bu ırkçı dalga yalnızca Çinlilerle sınırlı değil. Virüsle birlikte yayılan ırkçılık, uzun yıllardır Avrupa ülkelerinde yaşayan (Çin veya başka bir ülkeden olsun) bütün Uzak Doğuluları hedef almış durumda. Mesela Roma'nın saygın sanat okullarından Santa Cecilia Konservatuarı'nda Uzak Doğulu bütün öğrencilerin dersleri bir süreliğine askıya alınmış. Fransa'da yaşayan Uzak Doğulular da insanların ırkçı eğilimlerinin koronavirüs salgınıyla birlikte daha görünür olduğunu söylüyor. Maruz kaldıkları ırkçı davranışları "Ben virüs değilim" (#JeNeSuisPasUnVirus) etiketiyle sosyal medyada paylaşıyorlar.
Tayfun Atay hocamız, büyük ihtimalle Çin'in Vuhan eyaletindeki açık hayvan pazarından çıkmış olan korona virüsünün "insanın ‘türcü' motivasyonları sonucunda insan-dışı hayvanlara reva gördüğü muamelenin bir bedeli" olduğunu dün burada sarsıcı bir yazıyla belirtti. Koronavirüsle birlikte yayılarak tüm Uzak Doğululara yönelmiş olan Sinofobi de insanın ırkçı (etnosantrik) özelliğinin türcü (homosantrik) özelliğiyle ilişkili olduğunu göstermektedir.
Giorgio Agamben, Milano'daki Ambrosiana Kütüphanesi'nde bulunan 13. yüzyıla ait bir İbrani Kutsal Kitabı'nın son sayfasında yer alan resme dikkatimizi çeker. Bu resim, Mesih'in günlerine ilişkin çeşitli sahneler içeren kitabı sonlandırdığı kadar, insanlığın tarihini de sonlandırır. Son sayfadaki bu resim, son günde "doğru kişiler"in katılacakları Mesihsel şöleni temsil eder: Cennet ağaçlarının gölgesinde, iki çalgıcının müziğiyle şenlenen başları taçlanmış "doğru kişiler", minyatürü yapan kişi tarafından, insan görüntüsüyle değil, yanılgıya yer bırakmayacak bir açıklıkla, hayvan başıyla, kartal, öküz, aslan, eşek ve panter başıyla resmedilmiştir.
Agamben'e göre, bu kitabı resimleyen sanatkâr, böyle yaparak son günde hayvanlarla insanların ilişkilerinin yeni bir biçime bürüneceğini, insanın kendi hayvan doğasıyla barışacağını anlatmaya çalışmıştır.[i] Çünkü pek çok düşünür gibi Agamben'e göre de insan, antropofor (insana götüren) hayvanlık ile bu hayvanlıkta bedenleşen insanlığın diyalektik gerilim alanıdır. Tarihin sonuna erişildiğinde insan, bu gerilimi aşarak, doğa ile uyum içinde bulunan bir hayvan olarak hayatta kalır.
Demek ki insan, hayvan doğasıyla barışınca insan olacak. Demek ki o halihazırda insan değil. Ve demek ki halihazırda gösterdiği ırkçılık ve ayrımcılık da henüz tam olarak insan olmamış bir türün davranış bozukluğu.
Kendimizden bilmiyor muyuz bunu?
Şu bizim Suriyeliler…
Değil mi?
Ne kadar da can sıkıcılar!
Syrer raus!
İstemiyor muyuz bunu? Hem de nasıl!
Yapılan bir araştırma, Türkiye'de halkın yüzde…
Aslında, boş verin. Yabancı sevmezliğimiz hakkında bir fikir edinmek için böyle rakama istatistiğe filan gerek yok. Büyük çaplı yargılar sadece büyük çaplı araştırmalardan çıkmaz. Biz bu insanların ülkemizden gitmesini istiyoruz, bu kadar açık. Öyle ki, Suriyelilerin geri gönderileceği bir "güvenli bölge" vaadi, "Fırat'ın doğusuna yapılacak operasyon" için en anti-militarist, en barışsever olanımızda bile gizli saklı bir sempati vesilesi oluyor, muhalefet direncimiz hemen kırılıveriyor.
Yabancılar meselesinde ideolojik, politik tutarlılık hak getire zaten. Dedik ya "tam olarak insan olmamış insan" diye… Her konu gibi politikanın da kendine ilişkin antropolojik sorunları var.
İnsan türünün, insana götüren hayvanlık ile bu hayvanlıkta bedenleşen insanlığın diyalektik gerilim alanı olduğuna dair bakış, insanın ne yaratılmış mükemmel bir tasarım, ne de doğa tarafından dayatılmış umutsuz bir vaka olduğunu kabul eder; insan "kendini yaratmış" bir varlıktır ve ancak tarihsel süreç içinde tam bir insana dönüşecektir. Bu da, evet, insanın kendi hayvan yanıyla bir tür barışmasıdır.
Şimdiden baktığımızda insanın kendine eksik kalışı telafi edilemez gibi görünebilir. İnsanın, türcü (homosantrik) ve ırkçı (etnosantrik) imgesiyle "kurtarılamaz" bir varlık olduğu düşünülebilir. Ama insan bir potansiyel varoluştur ve bu potansiyel, kendi taşıyıcısıyla, günün insanıyla özdeş değildir.
İnsanlığı kurtarılamaz olarak gösteren "şimdi", sadece bir "tarihsel dönem"dir. Ne var ki bütün yönleriyle ümitsizlik yayan şimdi, kurtarılışın (insanın ve onun doğasının kurtarılışının) ışığıyla bakılmaksızın bir tarihsel dönem olarak da kavranamaz.
Kurtarılışın ışığıyla bakıldığında, İNSAN mümkündür. Ve imkân, kendisindedir; İNSAN olmak için kendini insani olarak bilmesi gereken hayvan olduğunu bilmesindedir.
Ama bu olacak mı? Olursa nasıl olacak?
İnsanın kendi hayvani doğasıyla barışması ne demektir? İnsanın doğa ile uyum içinde bir hayvan olarak hayatta kalacağı tarihsel son, nasıl bir dünya gerçekliğini öngörmektedir? O anda dünya nasıl bir yerdir?
Bütün bu soruların cevabını alamadan tarihin ve insanın sonu gelir mi dersiniz?
[i] Giorgio Agamben, Açıklık: İnsan ve Hayvan (Çev. Mine Çilingiroğlu), YKY İstanbul 2009.