Stalin’in hafifçe öksürerek boğazını temizlemesi, Kafka’yı da Van Gogh’u da derhal çöpe atmak için yeterliydi. Yetti de!
Sanat ve kültür alanının siyasal iktidarın egemenliği altına girmesinin olağan sonucu budur. Şükür ki bizde henüz o aşamaya gelinmedi.
Bugün seçime gidiyoruz. Ve biz geçtiğimiz hafta, sanat ve kültür açısından nasıl bir ortamda seçime gittiğimizi gösteren iki olaya tanıklık ettik. Biri popüler kültür, diğeri de sanat alanında yaşanan bu iki olay siyasal özgürlükler açısından da önemliydi. Çünkü insan düşüncesinin değişik özgürlükleri arasında derin bağlar vardır.
Olaylardan ilki, Show TV’de yayınlanan ve Türkiye’nin en çok izlenen programlarından biri olan Güldür Güldür Show’un son bölümünde yayınlanan bir skeçle ilgiliydi.
Türkiye’de bazı medya kuruluşlarının hicvedildiği skeçte, yazı işleri toplantısına telefonda talimat aldığı belli olan kişiye sadece “Hay hay efendim, hay, hay…” diyerek giren yayın yönetmeni, olumsuz bir dizi haberi olumlu hale getiren manşetler atıyordu. Skeç, malûm ve alıngan medyadan derhal tepki aldı -doğal olarak-. Sabah ve A Haber, skeci “yaklaşan 31 Mart seçimlerini hedef alan algı operasyonu” olarak tanımladı. Zaten yandaş veya havuz dediğimiz medya nicedir bu şekilde akla karşı bir başkaldırı içinde. Yine geçen hafta A Haber’in Millî Gazete’nin sebze meyve fiyatlarındaki artışa ilişkin yaptığı habere “büyük patatesleri seçmişler” gibi acayip bir iddia ile itiraz edişi bunun -komedide Güldür Güldür Show’un skeciyle yarışan- son örneklerindendi.
İkinci olay da Dünya Tiyatro Günü’nde televizyon kanallarında ve sosyal medyada yayımlanan Sanat Varsa Hayat Var başlıklı klipti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Twitter hesabından videoyu paylaşıp “Dünya Tiyatro Günümüz kutlu olsun” notunu düştükten sonra yabancısı olmadığımız bir tartışma başladı. Klipte yer alan sanatçılar eleştirilerin hedefi oldu. Onlar da klipin Cumhurbaşkanlığı için çekildiğini bilmediklerini söyledi.
Güldür Güldür Show’daki skeç ve Dünya Tiyatro Günü için çekilen klip etrafında dönen tartışma, kültürel alanın politik bir alan olduğunu ve bunun önümüzdeki günlerde de böyle olmaya devam edeceğini gösteriyor.
Siyasal iktidar ve toplumsal muhalefet, kültürel alana farklı sebeplerle önem veriyor. Muhalif kesim açısından bu alan, kendi politik güçsüzlüğünü telafi edebildiği için önemli. Siyasal iktidar ise, bildiğiniz gibi, bir “kültürel iktidar” meselesi çerçevesinde bakıyor olaya. Fakat bu meselede Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Fazıl Say konserine gidişiyle başlayan yeni bir tavrı var iktidarın. Siyasal iktidar artık iktidar olamadığı bu alanı, hiç değilse o alanın sahipleriyle bir arada görünmek suretiyle, kendisini muhalif kesimler nezdinde normalleştirme, olağanlaştırma ve onaylatma alanı olarak önemsiyor.
Cumhurbaşkanı’nın Dünya Tiyatro Günü’nü bir kliple kutlaması, tıpkı dokuz yıl aradan sonra TRT2 kanalının tekrar açılması ve bu kanalda pek çok muhafazakâr isim ve programın yanında Doğan Hızlan gibi, Fuat Güner gibi, Mehmet Açar gibi bildik isimlere, tanıdık yüzlere yer verilmiş olması gibi, bir normalleştirme ve olağanlaştırma çabasıdır.
Siyasal iktidarın sanat ve kültüre belli bir rasyonel içinde yaklaştığı çok belli. Biz aynı rasyonel tavrı muhalif kesimde de görebilmeliyiz. Sanat ve kültür, şüphesiz, şikâyetçi olunan kötü dünyayı kendi başına kurtaramaz, hatta kendi başına kendi alanını bile koruyamaz. Basit ama kullanışlı bir bilgidir bu. O sebeple, muhalif kesimde sanatın ve kültürün siyasi potansiyelinin önem kazanması, can sıkıcı gerçekliğe gösterişli bir tepki değil, her şeyden önce, siyasi alanın büyük öznesi olan halkla etkili bir iletişime duyulan ihtiyacın ifadesidir, değilse de öyle olmalıdır.
O yüzden, “sanat varsa hayat var” diyen bir klipte yer aldıktan sonra, Cumhurbaşkanı destekledi diye, bedenden cin kovar gibi “haberimiz yoktu” ayinine telaş etmenin hiç gereği yok. Beğeniyle karşılanan Güldür Güldür Show’un skeci yandaş bir medya patronunun kanalında yayımlanmadı mı? Sanatın ve kültürün halkla iletişimidir bunlar… Halkla iletişime geçilebilecek, devlet kurumlarının varlığının hissedilmediği ütopik bir alan, yandaş patron sermayesinin bulaşmadığı özgür bir vaha var mı?
Sanatın ve kültürün uzun vadede kendini koruyabilmesi, kötü dünyanın kötülüklerine maruz kalmış halkla iletişime geçebilmesine bağlı. O halk, cenneti ve Audi cipi aynı anda isteyen ve bunda hiçbir açıdan hiçbir sakınca görmeyen AKP seçkinlerinin buyrukları altında yaşarken belki sadece cennete kavuşabilecek olanlardır. Bu bir gerçek ve onlar buna katlanıyorlar. (Zaten halk denen öznenin ağza alınamayacak kadar korkunç olana katlanma biçimleri, aklın alamayacağı kadar tuhaftır.) Fakat onlar hakkında söylenmiş “makarnacılar”, “kömürcüler” lafı da kendilerini çıkarcılıktan uzak ruhlar olarak takdim ederlerken ne unvan ne makam ne prestij, hiçbir şeylerini eksik etmeyen bir ilişkiler ağını birlikte savunup birlikte eğleşen cemaat içinde patlatılıvermiş kinik bir nüktedir sadece. Çünkü katlanır görünenler, koşulları yaratıldığında katlanmayacaklardır.
Egemenin buyruğu altında mutlu mesut yaşayan insanlara, içinde bulundukları durumun çarpıklığını dışarıdan ve çoğunlukla da aşkın bir noktadan anlatmak yerine, onları içeriden anlamaya çalışan bir tecessüse ihtiyaç var. Buyruğu altında yaşadıkları buyurganı seven, onu arzulayan insanlar, içinde bulundukları koşullar değiştiğinde, hepimiz için akılcı, makul ve karşılanabilir olan yeni arzulara sahip olacaklardır. Son çeyrek yüzyılın seçim sonuçlarına bakıp da bu konuda umutsuz olmanın gereği yok. Kitleler, anlama ve değiştirme işinde kendilerini isteksiz ve beceriksiz göstermede son derece yeteneklilerdir.
Sanat ve kültür, eğer cidden muhalif ise, toplumsal gerçekliğe gösterişli bir tepki değil, toplumsal gerçekliğin ne olduğunu, ama ona katlanan insanlarınkiyle birlikte ne olduğunu görebilen, bunu derinlemesine kavrayabilen bir çıkış arayışını temsil etmelidir. “Sanat varsa hayat var” sloganı da ancak bu şekilde kendini kinik bir nükte olmaktan koruyabilir. Başkalarının varoluşundan sorumluluk duyan, insan sefaletinin son sınırının nerede olduğuna ilişkin tecessüs dolu bir soru olabilmelidir. Herhangi bir külfet altına girmekten ısrarla kaçınan artistik bohem, kinik nüktedanlık, bakışlarını böyle bir soruyla çevresine dikmekten çok çok uzaktır! Bakmadığı için, insan düşüncesinin değişik özgürlükleri arasındaki derin bağları da görmüyor olmalı, zira kültürün siyasete vereceği özgürleşme şansını pek az kavrıyor.