Kadir Has Üniversitesi’nin her yıl yaptığı Türkiye Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırması’nın bu yılki sonuçları geçtiğimiz hafta açıklandı. Sonuçlar, her gün deneyimlerimizle sezgisine vardığımız toplumsal varoluşumuzun trajik niteliğini çok somut verilerle ortaya koyuyor.
Mesela araştırmada işsizlik, hayat pahalılığı ve Türk Lirası’nın değer kaybetmesi Türkiye ekonomisinin en önemli sorunları olarak öne çıkıyor; katılanların yüzde 51,1'i son bir yılda yaşanan ekonomik gelişmelerden kötü etkilendiğini ifade ediyor. Ama buna rağmen hükümetin ekonomi politikalarını başarılı bulanların dikkat çekici şekilde arttığı gözlemleniyor! 2016’da ekonomi politikalarını başarılı bulanların oranı yüzde 38,7 iken, oran bu yıl yüzde 47,7’ye yükselmiş. Benzer şekilde, toplumun yüzde 52,7’si Türkiye’de bir siyasal kutuplaşma olduğu kanaatinde ve bu kutuplaşmanın ekseni olarak da laik-dindar ayrımı olduğunu söylüyor ama ülkenin mevcut yönetim tarzına da yüzde 58,45 oranında destek veriyor!..
Toplumsal varoluşumuzun trajik niteliği yanında ülke gerçekliğinin endişe verici başka yönlerine ilişkin de sonuçları var araştırmanın. Mesela, toplumun yarıdan fazlası eşcinsellerle, yarıya yakını da Sığınmacılarla/Mültecilerle komşu olmak istemiyormuş. En çok (yüzde 57,4) Türk ve (yüzde 48,6) Sünnilerle komşu olmak istiyormuşuz. Ermeni ve Rumlar ise en az komşu olmak istediklerimizmiş.
Daha ilginci… Aslında hiç de ilginç değil, “beklendiği gibi”, iç açıcı olmayan bu sonuçları ortaya koyan toplumun yüzde 60,9’u hiç kitap okumadığını, yüzde 81,4’ü hiç tiyatroya gitmediğini, yüzde 57,5’i de hiç gazete okumadığını söylüyor. (Hiç! Hiç yani. Yani, HİÇ!) Buna mukabil, günde ortalama 3,5 saat televizyon izliyormuş.
Ben üniversitede sosyal antropoloji okudum. Sonrasında bu alanda çalışmadım. Fakat antropoloji okumuş olmakla övünürüm, bilinsin isterim, söylemek her zaman hoşuma gider. Sebebi, bu bilimin kuşatıcılığıdır. Çerçevesi ve ufku insanın varlığı ve eyleminin genişliğiyle belirlenen böyle bir bilim dalı, doğal olarak, tarih, sosyoloji, iktisat, psikoloji gibi toplumsal bilimlerin hemen hepsinin zemini/temeli konumundadır. Prehistorya, arkeoloji, etnoloji, filoloji gibi bilim dallarını ise, doğrudan kapsar.
Bunun önemi şurada: İnsan yaşamı ekonomi, siyaset, etnoloji, coğrafya, hukuk gibi çeşitli alanlardaki deneyimlerin toplamıdır. Eğer çeşitlilik arz eden insan yaşamının bir yönünü seçer ve bunu öteki yönlere hâkim kılarsanız, verileriniz elverdiği sürece bir üstünlük sıralaması elde edebilirsiniz. “Coğrafya kaderdir” derseniz, her şeyi coğrafyaya bağlı olarak açıklarsınız. Ya da “ekonomi her şeyi belirler” derseniz, insanların sınıfsal konumuna uygun politik tercihlerde bulunmasını beklersiniz (hayal kırıklığına uğrarsınız).
Ama sosyal yaşamın bütün yönlerini bir arada ele almaya çalışırsanız, ki doğrusu budur, o zaman Edgar Morin’in çok yerinde önerisine göre, antropo-sosyoloji’ye, ufku bütün insan tarihinin tam bir turu olan bir toplumsal bilime adım atmış olursunuz. Antropoloji tahsili görmüş olmayı, bu perspektife sahip olduğumun bir işareti olarak kabul ederim, söylemek de o yüzden hoşuma gider.
Türkiye Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırması’nın yukarıdaki sonuçları da işte bu antropo-sosyoloji perspektifinden bakıldığında hiç umutsuzluk yaymıyor. Ekonomik gidişattan şikâyetçi olup müsebbip politikaların destekçisi olmayı sürdüren insan ve toplum, hem meselelere kaba saba biçimde anlaşılmış ekonomik belirlenimcilik ile bakmayan, hem de bir çelişki gibi görünen bu durumun Türkiye insanını eylem halindeyken gösteren bir veri olsa da tarihin kuşatıcılığında gösteren bir veri olmadığını bilen antropo-sosyoloji için sebepleri anlaşılır, dönemsel olduğu bilinen, geçici, değişebilir bir olgudur.
Bu toplum değişecek. Bundan eminiz. Sosyal bilimlerle uğraşmanın en güzel tarafı da bu zaten, “Her şey değişir” gibi çok kıymetli bir bilgi veriyor insana.
Her zaman olduğu gibi yine her şey değişecek. Gelgelelim, insan ömrüyle toplumların ömrü arasındaki orantısızlık hepimizin bunu görmesine imkân tanımayacak.
İnsan ömrüyle toplumların ömrünü, yani eylem halindeki insanla bütün bir insanlık tarihini birbirine bağlayan şey, İNSAN dediğimiz soyutlamadır. Eylem halindeyken gösterilen insan topluluğu, diyelim ki Eğilimler Araştırması’nın yöneldiği 2018 Türkiye toplumu, bütün bir insan tarihinin ebedi mekanizması içinde devinen bir insan topluluğudur. Bu devinim içinde akıp giden tarih ile güncel yaşam arasındaki temas, binlerce mütevazı noktada cisimleşir. Marx, mesela, bunun müthiş bir örneğini Kapital’de İngiltere için vermiştir. İnsanın bütün bir “yanlış tarih”i bu eserde 19. yüzyıl İngiltere’sinin mütevazı noktalarında cisimleşmişti: Fabrikalar, dükkânlar, ofisler, sözleşmeler, bordrolar, çekler, senetler, faturalar…
Günümüz Türkiye’sinde de onun insanlık tarihiyle temasını cisimleştirecek benzer mütevazı noktalar bulunabilir: Başka ırktan ve dinden komşu istememek, kitaba ihtiyaç duymamak, televizyonsuz yaşayamamak… Kararnameler, iddianameler, 187 kez değiştirilen Kamu İhale Yasası… Ve bütün bunların yanında elbette yine bordrolar, çekler, senetler, faturalar…
Bu mütevazı temaslar bize insanın hikâyesinin ortak olduğunu söylüyor. İnsanın manevi deneyimi açısından bakıldığında bir akşam önce başına gelenlerle insanlığın yüz, hatta bin yıl önce başına gelenler eşdeğerdir. Bir kez olsun aynı veya benzer şeyleri hissetmeyi başarabilen iki insan birbirini hep anlayacaktır. Bunlardan biri buzul, diğeri isterse atom çağında yaşamış olsun, fark etmez.
Nâzım Hikmet, ne güzel söylüyor:
“Doğrultup belimizi kalktığımızdan beri iki ayak üstüne,
kolumuzu uzunlaştırdığımızdan beri bir lobut boyu
ve taşı oyduğumuzdan beri
yıkan da, yaratan da biziz
...
Arkamızda kalan yollarda ayak izlerimiz kanlı,
arkamızda kalan yollarda ulu uyumları aklımızın, ellerimizin, yüreğimizin,
toprakta, taşta, tunçta, tuvalde, çelikte ve pılastikte.”
(Nereden Gelip Nereye Gidiyoruz?)
O yüzden, mesela, Sibirya’da Altay Dağları eteklerindeki Denisovo Mağarası’nda 100 bin yıl öncesine ait olduğu belirlenen insan iskeletleri ve diş fosilleri bulunmasıyla, gökbilimcilerin 226 ışık yılı uzaklıkta, Taurus takımyıldızı içindeki yıldızlardan birinde, üzerinde yaşam belirtileri olabilecek bir gezegen keşfetmeleri, ortak bir hikâyenin parçaları gibi, birbirleriyle ilişkili olarak heyecan veriyor.
Ben bu heyecanı ilk kez, rahmetli Güven Arsebük hocamızın, sanıyorum Yarımburgaz Mağarası kazısında bulduğu, Homo erectus elinden çıkmış taş aletlere dokunmamızı istediğinde hissetmiştim. Tüylerimizi diken diken eden müthiş bir deneyimdi o…
Elinizde tuttuğunuz ilkel taş aleti yapan atanızı düşünüyorsunuz o anda. Hikâyenin oradan başladığını hissediyorsunuz: Vahşi doğa denilen düşmanca ortam içinde hiç kimse bize saygı göstermiyor ve hiç kimse bizden korkmuyordu. Gezegenin en savunmasız mahlûku bizlerdik; ne yırtıcı pençelerimiz vardı, ne ürkütücü dişlerimiz, ne de hızlı bacaklarımız! Yaşamını ve türünü sürdürebilmesi için temel ihtiyaçlarını karşılamak, yani beslenmek, giyinmek, barınmak zorundaydı insan. Bunlar için gerekli olan her şeyi de tuhaf, ilginç, acayip, ürkütücü şeylerin olup bittiği doğadan elde etmek durumundaydı.
Doğaya hükmeden her ne ise (insanlar buna Tanrı dedi) ona yalvarıp kurbanlar adadı. Böylece kendini bir parça güvende hissetti. Tekinsiz olduğunu bildiği dünyada ihtiyaçlarını üretmeye koyuldu.
Gel zaman git zaman, eski korkaklar olan bizler etrafa korku salmaya başladık. Dün bizi korkutan, hayvan, doğa ne varsa hepsi esirimiz oldu. İnsan da bundan muaf değil. İhtiyaçlarını ürettiği araçların, toprağın, suyun, ormanın, makinelerin sahibi olduğunu söyleyip bunlara hükmeden birileri (bunlar Tanrı değildi) çıktı. “İnsanoğlu” da güvende olmak için onlara istediklerini verdi: Emeğini, ürününü, haysiyetini…
Korkutan korkanın efendisi, korkan da korkutanın kölesi oldu.
Böyle böyle bugünlere kadar geldik. Hâlâ tam olarak güvende hissetmiyoruz kendimizi. Ortalık pek tekin gelmiyor bize. Üstelik iki taraf için de. Köle, efendisinin onu aç ve açıkta bırakacağından; efendi de bir gün kölesinin korkmaktan vazgeçeceğinden korkuyor. Efendisinin her gününün güneşi olan köleler, aynı zamanda, her gecesinin de kâbusu.
Dünyadaki hikâyemizin başlangıcında, hayatta kalmanın mucizelere bağlı olduğu o vahşi doğada bunu başarabilmiş olmamızın sebebi, bir arada durup kendimizi toplu halde savunmak ve yiyeceğimizi paylaşmaktı. Herkesin kendi bacağından asıldığı, gemisini kurtaranın kaptan olduğu bugünün dünyasında insanın nihai başarısı yine aynı şeye bağlı olabilir mi sizce?..