Erdoğan’ın adaylığı kesinleşince “hani ters köşe olacaktık?” diye düşündük ama, muhtemelen ters köşenin kendisi zaten buydu. Önce farklı bir beklenti oluşturup, sonra yine aday olarak ortaya çıkmak bence gayet iyi bir şaşırtmaca.
Başbakanın yönetim anlayışı zaten apayrı bir mesele, özellikle son yıllarda bunu açıkça gördük. Ama o anlayış sorunlu olmasaydı dahi, konuşması montaj mıdır değil midir diye dert edilen birinin cumhurbaşkanı olması, pek huzur veren bir şey olmaz.
Yalnız bir konuda ısrarlıyım, biz yanlış yere bakıyoruz.
Kendisi ister “halk kahramanı” ister ABD projesi olsun. Gökten inmişse de sandıktan çıkmışsa da. Mağdursa da diktatörse de. Her ne ise ve ne olmuşsa.
Asla yalnız yürümedi.
Erdoğan fenomeni, varlığını halen sürdüren bir dünya görüşünün sonucu. Başkan olması halinde çıkacak kanunlardan ve göreceğimiz müdahalelerden derin endişe duymalıyız, ama bu seçilmemesinin bizi aniden pembe bir ülkeye taşıyacağı anlamına gelmiyor. Çünkü başkan uçmaz seçmen uçurur.
Kedilerin etkilediği oylar bizi ancak bir noktaya kadar taşıyabilir. Belki yüzde 50 değildir, ama 35-40’tan az olduğunu kim ispatlayabilir? Protestoların biri bitmeden diğeri başlıyor ama, hiç soruyor muyuz ki bu nedir? Bir kişi gidince onu hayranlıkla izleyen insanlar da mı gitmiş sayılacak ve zaten gitmeliler mi? Birlikte yaşadığımız milyonlarca insandan bahsediyoruz.
Demokrasi, muazzam manipülasyonları mümkün kılan bir rejim. Çoğunluğun iradesini elinizde tuttuğunuz zaman her şeyi yapabiliyorsunuz. O irade, Erdoğan’dan sonra umalım ki daha makul insanlara emanet edilsin. Fakat iyi de, ne oldu da irade bu şekilde emanet – hatta teslim edilen bir şey haline geldi? Erdoğan’dan kurtulmak, bu sorunu aşmaya yetecek mi? Gelen gideni aratmasın sonra?
Başbakanın bitmeyen bir mağduriyet durumu malum. Nasıl oluyor da yıl olmuş 2014, insanlar hala bunun peşinden gidiyor?
Cevabı “İyi ki dört ay hapis yattı…” eksenli düşünmek, tam da o mağduriyetin çıkış noktasına, yani modern Türkiyelinin kendi hatasını inkar ettiği yere işaret ediyor. Çünkü konu üç dört ayla değil, genel olarak cumhuriyet tarihiyle ilgili. Çok uzaktan yaklaşmaya çalışacağım ama yakından bakınca malum dört aydan ötesini göremiyoruz ve o mağduriyet de kullanılmakla bitmiyor.
Avrupa, bizim burada hep muasır medeniyet, Batı ahlaksızlığı, hayallerimizdeki dünya gibi farklı şekillerde algılandı. Bu algıların ortak noktası, Avrupa standardında yaşamadığımız gerçeğinin kabulüydü. Standardına eremediğimiz gibi zaten Avrupalı da değiliz, bu doğru. Yanlış olan, cumhuriyet tarihimiz boyunca kendimizi olmadığımız bir şey sanmamız ve bunda ısrar etmemizdi.
Öte yandan bu ısrarımızı öyle saçma bir halde sürdürdük ki, kendimizi Avrupalı sanarken aslında Amerikanvari bir geçmişsizliğe özenerek yaşadığımızı fark bile etmedik.
Modernleşme benzeri bir kavramı ilk kim kullandı ve mevcut anlayışı memlekete kim getirdi bilmiyorum. Ama yeni Türkiye’nin toplumsal yapısı oluşurken biri çıkıp, hatta bu kişi Atatürk’ün kendisi de olabilir gerçekten bilmiyorum, modernleşmeyi salt “yeniye özenmek” olarak gördü. O esnada da, belki gerçekten yeni olan devlet Amerika olduğundan ya da belki Avrupa işgalinden yeni kurtulmuş olmanın verdiği bir taraflılıkla, sanki hiçbir geleneği olmayan, gökten Amerika’ya inecekken yanlışlıkla Anadolu’ya düşmüş insanlar olduğumuzu sanar hale geldik. Ama bu esnada da aslında Avrupalı olduğumuzdan çok emindik. Öte yandan, eğer bir tarafımız Avrupa’ya benziyor idiyse bu ancak Şişli-Beyoğlu-Samatya gibi yerler olabilirdi, fakat oradaki yapıyı da mahvedip bizden daha “buralı” olanları yerlerinden etmekle gurur duyduk.
Tüm bunlar çok karmaşık ve çok saçma değil mi kuzum? Önce kim olduğumuza karar versek, modernleşme sonra gelse, iyi değil miydi?
Biz şimdi şehrin tarihi filan diye kendimizi paralıyoruz ya… İşte bunu zaten 80 yıldır yapıyor olmalıydık. Halbuki yeni Türkiye’de modernleşme, geçmişini terk etme zorunluluğu olarak algılandı. Kendisinden önceki yılların ceremesini çekmek buralarda gençliğin ata sporudur, bizim çektiğimiz de işte bu “çıktığı kabı beğenmeyerek modernleşme” anlayışı oldu.
70’lerin Karadenizli müteahhit figürünü icat eden, dışarıdan biri değil. Gecekonduların ortaya çıkışını, şehir kültürünün bir türlü oturamamasını ve kırsalın iyice itilmesini, uzaylılardan bilemeyiz. Şimdi karşısında durduğumuz TOKİ ve şehre karışmadan yaşam vaad eden uydu kent kültürleri, işte o yılların doğal sonucudur.
Vaktiyle bakkal yerine süpermarketi seçerek “modernleşen” insanlar olarak, şimdiki AVM karşıtlığımızın ne kadar ironik olduğunu lütfen tekrar düşünelim.
Derken yıl geldi 2000’leri geçti. Biz ‘80 sonrası doğanlar büyüdük. Anne babalarımız artık “şehirlileşmiş” insanlardı, biz de zaten internet çağının gençleriydik. Dünyayı gördük, sizin belki adını dahi duymadığınız yerlerden arkadaşlar edindik. Ve oralara gittik, hatta kimimiz oralarda okuduk.
Baktık ki dünya bize anlatıldığı gibi bir yer değilmiş. Hayranlıkla gezdiğimiz şehirler, daha dün yapılmış toplu konutlardan oluşmuyormuş. Yüzlerce yıldır aynı yerde duran binaları ve ağaçları olan, çatır çatır demokratik olabilirken etrafa kendi bölgesinin bayrağını asmakta da sakınca görmeyen yerler varmış. Alışveriş merkezsiz, uydu kentsiz, parklarla dolu, devletin eleştirilebildiği, modernleşmenin “eskiyi yok saymak” olmadığı bir dünya mümkünmüş ve zaten güzel olan da öylesiymiş. “Gavur” dediğin “Bugün Türk ezmek için ne yaptın?” diye düşünerek yaşayan bir insan türü değilmiş, açıkçası onların umurunda bile değilmişiz zaten.
Doğru sandığımız saçma anlayıştan bu noktaya daha yeni yeni geliyoruz. Bir kısım muhafazakarlar ise, yıllardır biriktirdikleri tepkileriyle, dünyanın belki de merhamet duygusundan en yoksun insanlarından birini devletin en tepesine koymak üzereler. Halbuki şunu görmeleri lazım, ortada muhafaza edecekleri pek bir şey kalmadı.
Muhafazakar olduğunu söyleyen arkadaşım, örneğin Emek Sineması senin için en iyi ihtimalle hiçbir şey ifade etmiyor, çünkü orayı hiç sevmedin. Orası senin için, küçük burjuvaların modern olma komplekslerini tatmin ettikleri “ucube” bir yapıdan ibaretti.
Korumaya çalıştığını söylediğin hayatına lütfen dön bir bak. Ruhsuz binaların ve kupkuru şehirlerinden başka neyin var?
O küçük burjuvalarda görülen “her şeyi yok sayıp sıfırdan ve bomboş işler yapmak” hatasına şu an sen düşüyorsun. Vaktiyle uzaktan baktığın binalarda şu an sen oturuyor, geldiğin yeri artık sen unutuyorsun. Sana yapılan muameleyi artık sen yapıyorsun. Halbuki biz yüzyıllardır farklı olan insanlar değiliz, dedelerimiz aynı kahvede oturan insanlardı.
Övündüğün yollar iki damla yağmurda göle dönüyor, bunu görmüyor musun? Örnek gösterilen hiçbir şeyinin olmaması seni düşündürmüyor mu, yoksa bunun farkında mı değilsin? Başını kaldırıp dünyaya bir bak, o gavur dediklerinin derdi sen değilsin, varlığından haberleri dahi yok. Varlığını nasıl anlatacağını da belki kestiremiyorsun, çünkü sanatını da terk ettin. “Bizimkiniyse” beğenmiyorsun, sanatsız kalıp hayattan kopuyorsun.
Misafirperverlik, hoşgörü filan deyip duruyorsun. Daha kendi komşunu hoşgörmeyip, kendi evladının canını alıyorsun. Sonra dönüp, gündelik hayatında “ayinesi iştir kişinin lafına bakılmaz” diye görüş bildiriyorsun. Peki elalem bizim neyimize baksın da ne görsün? Senin 15 yaşındaki bir çocuğu hem öldürtüp hem de onun annesini meydanda yuhalatan başkanını mı?
Nasıl ki vaktiyle ülkeye her şeyi bir gecede getirmeye çalıştık ve o dikiş tutmadı; şimdi Erdoğan dışındaki bir cumhurbaşkanıyla aniden iniverecek olan (!) modernlik de tutmayacaktır. Gördük ve yaşadık, o işler öyle olmuyor. Vaktiyle her şeyi dışarıdan alır ve oraları bu yüzden “cennet” sanarken, aldıklarımızı var eden insanları düşünmüyorduk. Günde 20 saatlik çalışma koşullarıyla ve “cennetten arazi satın alınabilen” bir çağda yaşadılar. Şimdi özendiğimiz muasır medeniyet, böyle şartlar altında filizlendi ve kendini buldu. Çünkü o insanların devrimden yapacak başka hiçbir şeyleri yoktu, senin ise prime-time dizilerin ve sabah programların var. Kendini sana ekrandan gösterilen dünyaya hapsederken, sokakların öyle olmayabileceği aklına hiç mi gelmiyor?
Gökyüzü birdenbire oldu, ama toplum birdenbire değişmiyor. Elbet Erdoğan hayranları da nerede hata yaptıklarını görecektir, tabii umarım o güne kadar başkan babamız hepimizi terörist ilan edip çeviklerine öldürtmezse.
Günün sonunda; Erdoğan’ın hapse girmesinde emeği olanlar şu an ne düşünüyor merak ediyorum. Keşke vaktiyle şiir okuyan bir adama “hıhım evet” deyip geçmeyi becerebilselerdi.
@goksungokce