(Yazıya başlayınca kendimi Zülfü Livaneli’den “Ölüm hep bana mı düşer usta” diye mırıldanırken buldum. Okurken siz de mırıldanın, iyi bir fon müziği oluyor.)
İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nu, işçiye nasıl bakıldığı hakkında en azından fikir edinecek kadar okuduk. Madde madde gidersek şimdiye kadarkinden farklı bir sonuç elde etmeyeceğiz. Nitekim cinayetten sonraki günlerde bu denetimi kimlerin yaptığını da basından takip edebildik. Anlaşılana göre, isg uzmanı imzayı basınca mesele kalmıyor ama o imzanın mahiyetine kimse bakmıyor. İşte tam da bu yüzden, olanlar kaza değil, ÇHP başkanı Av. Selçuk Kozağaçlı’nın müthiş ifadesiyle “göze alınmış cinayettir.”
Geçtiğimiz günlerde Soma işçilerinin çalışmaya zorlanmaları haberlerini okuduk. Kanunda işe devam etmeme hakkına ilişkin maddeler gerçekten var, ama siz devlet-i âlimizin işçiye bu hakkı sorunsuza kullandıracağına gerçekten inanmış mıydınız? Eğer inandıysanız, ilgili maddelere bir de birlikte bakalım.
Elimizdekiler, “Çalışmaktan kaçınma hakkı” başlıklı 13. madde ve “İşin durdurulması” başlıklı 25. madde. Bunların farkı şu; 25. maddede işin durdurulmasına dair iş müfettişleri tarafından verilmiş bir karar var. Yani bu herhangi bir durdurma kararı değil, yetkili müfettişler tarafından verilmesi şart. İşçilerin bu madde kapsamında bir konumları yok, olay müfettişte bitiyor.
Çalışmaktan kaçınma hakkı maddesi ise, müfettiş kararı gerektirmeyen bir hüküm. Fakat müfettiş gerekmemesi, bu kararı işçilerin verebileceği anlamına gelmiyor tabii. Çünkü siz o işyerinde çalışarak, ne zaman öleceğinize patronunuzun karar verebileceğini kabul etmiş oluyorsunuz.
İlk fıkra diyor ki, eğer ciddi ve yakın bir tehlikeyle karşı karşıya kalırsanız, “kurula” başvurmalısınız. Kurul dediğimiz, yine bu kanunla icat edilmiş olan “iş sağlığı ve güvenliği kurulu.” 50’den fazla çalışanı olan ve 6 aydan uzun süreli iş yapılan yerlerde zorunlu hale geldi. İşveren, isg uzmanı, işyeri hekimi, varsa sivil savunma uzmanı, varsa ustabaşı veya usta ve çalışan temsilcisinden oluşuyor. Çalışan temsilcili deyince aklınıza işçilerin öz-temsillerine dair bir şey gelmesin, bu kişiyi işveren belirliyor. (Bkz. Kanun, md.20/1) Yani siz bir tehlike gördüğünüzde önce bu altı kişiyi bulup toplamalısınız, bunlar bir karar vermeli.
Yalnız bu kişileri topladığınız zaman, “işi durdurma” talep edemiyorsunuz. Talebiniz, durumun tespiti ve gerekli önlemlerin alınması olarak belirlenmiş. Yani size kalkıp “biz sorun görmedik” diyebilecekleri gibi, “tamam gördük ilgileniyoruz, sus ve çalışmaya devam et” de diyebilirler.
Devam derlerse devam. Ama eğer talebinizi kabul etmişlerse, ikinci fıkraya göre sizin “gerekli tedbirler alınıncaya kadar çalışmaktan kaçınma hakkınız” var. Ama işverenin sizi çalıştırmama yükümlülüğü yok. Yani siz eğer çok istiyorsanız, gayet çalışabilirsiniz. Kaçınmama hakkınızı kullanıp kullanmamak tamamen sizin (!) bileceğiniz iş. Eğer çalışmamayı “seçerseniz,” işveren size bu dönemdeki ücretinizi ödemek zorunda. Ama benim işverenim işini bilir, durdurma kararı olmaksızın işe gitmemeniz halinde üçüncü gün devamsızlıktan haklı feshi çakar önünüze, sonra tazminatınız için yine siz uğraşırsınız benden söylemesi. Bu kanun böyleyken…
Üçüncü fıkra çok acayip. Her okuduğumda farklı şekilde anlıyorum, işveren eğer kötü niyetliyse nasıl yorumlayacağını da tahmin ettiğim için giderek acayip geliyor.
“Çalışanlar ciddi ve yakın tehlikenin önlenemez olduğu durumlarda birinci fıkradaki usûle uymak zorunda olmaksızın işyerini veya tehlikeli bölgeyi terk ederek belirlenen güvenli yere gider. Çalışanların bu hareketlerinden dolayı hakları kısıtlanamaz.”
Birinci nokta, ciddi ve yakın tehlike. İşçi, işyerinde kullanılan teknolojinin en güvenlisi olup olmadığını bilmeyebilir. Bilmek zorunda da değildir. Eğer kullanılan sistem uygun ve güvenilir değilse, örneğin burada ciddi ve yakın bir tehlikeden söz edilebilir mi? Aslında tabii ki edilir ve edilmelidir, bombanın ne zaman patlayacağını bilemezsiniz. Ama kanun burada ne demek istiyor tam olarak, yani ille çığın düşmeye başlamış olması mı lazım? Örneğin bir patlama halinde, işçi bulunduğu yeri terk edip kendini güvene almak için kanuna mı muhtaç? Bu yazmasaydı, kaçmayıp orada uslu uslu ölümünü mü bekleyecekti?
İkinci nokta, önlenemezlik. Yine, ne olduğu belli olmayan bir kavram daha. Örneğin Zonguldak işvereni “Efendim grizu patlaması önlenemez bir şey değil, biz gerekli önlemleri elbet alacağız ve hatta almakla uğraşıyoruz, işçiler pire için yorgan yakmasınlar” diyebiliyor mu? Yoksa yine, çığın düştüğü andan bahsediyoruz da, bu maddeyle işçiye “canını kurtarma hakkı” mı bahşedilmiş?
Üç, belirlenen güvenli yer. Güvenli bir yer belirlenmemiş olması ya da aslında oranın da güvenli olmaması ihtimali zaten ayrı bir fasıl, fakat umarım dünya üzerinde işçiye “belirlenen güvenli yere gitmeyip işyeri sınırları dışına çıkmaktan” ötürü ücret kesme cezası veren bir işveren yoktur. Şimdi ben bunu deyince “yok artık” demeyin, vardiya kesintiye uğramasın diye kazmanın bir elden diğerine geçtiği bir çalıştırma aşkından söz ediyoruz.
Maddenin dördüncü fıkrası, işçinin bu madde kapsamındaki talepleri karşılanmazsa, işçiye istifa etme hakkı tanıyor. Evet doğru okudunuz, madde 13 fıkra 4, “işçiler … iş sözleşmelerini feshedebilir.” Haklı sebeple (yani tazminatlı) bile dememiş. İşten ayrılmayı bir hak olarak sunan kanunlar, kanunlarımız…
Kaldı ki, “haklı sebeple” demiş olsaydı bile, şunu düşünebiliyor musunuz: Ben işçi olarak “Bu işyerinde bizim talebimize rağmen gerekli önlemler alınmamış ve can güvenliğimiz sağlanmamıştır. İş akdimi bu sebeple sona erdiriyorum” diyeceğim ve işveren de “Evet biz o önlemi almadık gerçekten, al sana tazminat” diyecek.
Kanunda işçilerin görüşlerinin alınması zorunlu kılınmış ama kanuna bakarsak her şey zorunlu, geçiniz. Tüm işçilerin aynı görüşte olması ise, kanunda yazmayan bir zorunluluk.
Gördüğümüz gibi, iş güvenliği konusunda o işi yapan kişinin pek bir şey diyebildiği yok. Bunu ancak, toplum tarafından desteklenmiş sağlam bir işçi direnişi değiştirebilir. Geçen sene bu zamanlar bu işlere iyi başlamıştık, bakın üzerinden yıl geçti, gündemin sürekli değiştiği ülkede RTE’nin Gezi’yle kavgası bir türlü bitmedi.
Sendikalar konusunda ise derinden ümitsizim. Toplu sözleşme mevzuatı ve sendikaların tutumu, bize örgütlenmeyi aslanın midesine koyan bir sistem yaşatıyor. Örneğin dayanışma grevi aslında yasak, yani hep diyoruz ya, “Soma sonrası 3 dakikalık iş bırakma kararı almak ayıptır” diye. Aslında mevzuatta o dahi yasak. Ama zaten sorun da bu yasağa kuzu kuzu uyuluyor olması. Kanunda her yazana harfiyen razı olup hiçbir şeyi değiştirmeyecek idiysek, o zaman bize ne gerek var?
Devlet ve işveren kavramlarının ortak özelliği çoktur. Bunlardan en temelini, Kurt Vonnegut’ın “Allah Senden Razı Olsun Bay Rosewater” romanının kahramanlarından Selena şöyle özetliyor:
“Baba, bu insanlarda beni en çok kızdıran ne cahillikleri ne de çok içki içmeleri. Dünyada güzel olan her şeyin, kendilerinin ya da atalarının yoksullara bir armağanı olduklarını düşünmeleri.”
Halbuki o güzellikler, bize o insanlar tarafından “bahşedilmiş” olarak gösterilenler dahil, asla birer armağan olmadı ve olmayacak.
@goksungokce