Tarihi bir sağlık krizi ile karşı karşıya olduğumuz şimdi herkesin kabul ettiği bir gerçek, bunun için neredeyse her saat başı açıklanan vaka ve ölüm sayılarına bakmak gerekmiyor artık.
Koronavirüs krizinin tarihi bir ekonomik krize dönüşeceğinin işaretleri ise verilerle desteklenmeye başladı bile. Örneğin birinci çeyrek Çin ekonomisinin bir önceki yılın aynı çeyreğine göre yüzde 20 küçüldüğü açıklandı. ABD’de ise 21 Mart ile biten hafta içinde işsizlik ödemesi için başvuru sayısı 3.3 milyon. Bu rakamın sadece iki hafta önce 211 bin olduğu ve önceki rekorun 1982’de 695 bin ile kırıldığı düşünülürse bugünkü ekonomik şokun ne kadar büyük olduğu daha iyi anlaşılır. İngiltere ekonomisi için ise 2020 yılında küçülmenin yüzde 15 olacağı, işsizliğin ise iki katına çıkacağı öngörülüyor. Bundan sonra ekonomik verilerin uzunca bir süre kötü, hatta çok kötü geleceğine hazırlıklı olmamız lazım.
2020 yılının küresel ekonomi için resesyon yılı olacağı artık neredeyse kesin, şimdi çaba bunun bir depresyona dönüşmemesi (resesyon iki çeyrek peş peşe ekonominin daralması, uzun süren büyük resesyonlara ise depresyon deniyor, iki yıl veya daha uzun süren veya yüzde 10’dan daha büyük daralma).
Birinci sınıf Ekonomiye Giriş dersini alan her öğrencinin karşılaştığı klasik sorudur bu. Önce normal koşullarda işleyen tipik bir ekonomi tarif edersiniz, sonra bu ekonominin tanımladığınız, genellikle ekonomik aktiviteyi azaltıcı negatif bir şok karşısında normal seyrine dönmesi için nasıl bir ekonomi politikası izlenmesi gerektiğini sorarsınız.
Bu sorunun klasik iki cevabı var. Birincisi para politikası kullanarak, yani merkez bankasının faizleri düşürmesiyle -1990’lardan itibaren dünyanın bir çok ülkesinde uygulanan enflasyon hedeflemesi rejimlerinden önce para politikası aracı para arzı olarak ifade ediliyordu ama buradaki amacımız için bu ayrım önemli değil- hem tüketim, hem yatırımı teşvik ederek ekonomiyi normal seyrine döndürürsünüz. İkinci alternatifte ise maliye politikaları yoluyla, yani kamu harcamalarını artırarak ve/veya vergileri düşürerek ekonomik aktiviteyi şok öncesi duruma geri getirmeye çalışırsınız.
Bir de 1990’lardaki yükselen ülke krizleri sırasında test edilip politika araçları arasına katılan finansal istikrara -ve dolayısıyla reel istikrara- yönelik makro-ihtiyati tedbirler var, bunlar da finansal sektörün denetim ve düzenlemesi ile ilgili, sermaye kontrollerini de içeren bir dizi önlemler. Bu makro-ihtiyati politikalar 2008-09 krizi sonrasında gelişmiş ülkelerde de çok yaygın bir şekilde kullanılmaya başladılar. Fakat son on yılda bu konuda yapılan çok sayıda araştırmadan biliyoruz ki bu politikalar finansal şoklarla mücadelede etkili olsa da şu anda içinde bulunduğumuz durum için ancak ikincil, üçüncül öneme sahipler, dolayısıyla bunları şimdilik bir tarafa bırakalım.
Elimizde kalan yine para ve maliye politikası. Burada da lafı uzatmadan, bu krizde para politikasının kendi başına etkili bir araç olamayacağını söyleyerek başlayalım. Bunun da iki nedeni var. Birincisi bir çok ülke zaten faizleri ya sıfıra çok yakın bir noktaya, ya da sıfırın altına çektiği için artık manevra alanı yok denecek kadar az. İkincisi ve daha da önemlisi, faizleri ne kadar düşürürseniz düşürün, işini kaybetmiş veya kaybetme riski ile karşı karşıya olan ve pandemi ortamında hareketleri kısıtlanmış bireyleri tüketim yapmaya teşvik etmek çok zor. Ciddi iflas riski ile karşı karşıya olan ve hammaddeye ulaşmada zorluk çeken firmaların faizler düşüyor diye yatırımı artırmalarının beklenemeyeceği gibi.
Dolayısıyla bu krizle mücadelenin en önemli aracı maliye politikası; bir dizi harcama ve vergi değişiklikleri içeren ve Koronavirüs şokunun ekonomi üzerindeki etkisi kadar büyük olması gereken bir müdahale paketi.
Salgının şu ana kadar en çok etkilediği ülkelerin deneyimleri göz önüne alındığında sosyal mesafe uygulamasının ne kadar erken başlanırsa ve ne kadar katı olursa salgının şiddetini, özellikle can kaybını azaltmada o kadar başarılı olduğunu görüyoruz. Yüz yıl önceki İspanyol gribi tecrübesi de aynı duruma işaret ediyor.
Bu da tabii bireylerin gönüllü olarak gerçekleştireceği bir şey değil, hükümetlerin bu yönde mümkün olan en erken zamanda kararlı davranarak, örneğin sokağa çıkma yasağı ile, salgının yayılma hızını kontrol altına alması gerekiyor.
Bu doğal olarak hiç bir hükümetin kolay alamayacağı bir karar, ama böyle bir pandemi karşısında kolay karar yok.
Tabii sadece bu kararı vermek yetmiyor, karantinada iken özellikle geliri ve refahı düşük bireylerin en azından minimum harcamalarını karşılamak ve ekonomideki kan kaybını en aza indirmek amacıyla mümkün olduğu kadar şirket iflaslarını önlemek için devasa harcama yapmak gerekiyor. Üstelik zaten öncelikli olan sağlık harcamalarının çok yüksek olduğu bir dönemde.
Bu harcamalar hem hastanelere, test kitlerine, maskelere ve sağlık çalışanlarına ödemeler yoluyla doğrudan; hem de sokağa çıkmamanın bedelini ödeyerek salgının yayılmasını kontrol altına alarak dolaylı olarak can kurtarıyorlar. Müdahalenin bu aşamasındaki başarı ise salgının mümkün olan en erken zamanda dizginlenmesi ve dolayısıyla ekonomi üzerindeki etkisinin de sınırlanması anlamına geliyor.
İngiltere’de (Britanya diye okuyabilirsiniz) geçen hafta, hem de yüzyılın en muhafazakâr hükümeti olarak görülen Boris Johnson hükümeti tarafından açıklanan, milli gelirin yüzde 15’ine denk gelen ülke tarihinin en müdahaleci programı tam da böyle bir araçlar serisi içeriyor. Krizden en çok etkilenen sektörlerde vergi muafiyetinden, küçük işletmelere karşılıksız krediye kadar bir çok tedbir arasında en önemlisi kendi işyerlerinde çalışanları da kapsayacak şekilde ücretlerin yüzde 80’ini ödemeyi devletin üstlenmesi.
Tabii böyle bir taahhüdün altına girmenin faturası astronomik denecek kadar yüksek. Öncelikle kısa dönemde böyle devasa paketler için kaynağın nereden geleceği hükümetlerin önündeki çok acil sorunlardan biri. Kriz ortamında vergi gelirleri yoluyla kaynak sağlamak şöyle dursun, ekonomik daralma sonucu düşen vergiler nedeniyle, borçlanmadan başka çare kalmıyor.
İşte merkez bankasının bu krizdeki oynayabileceği en iyi rol bu çok büyük kamu harcamalarının gerçekleşmesini sağlamak. Bunun yolu da, konvansiyonal olmayan para politikası izleyerek, varlık -hükümet tahvilleri- alımları gerçekleştirmek. Merkez bankalarının böyle bir operasyon yapmayı taahhüt etmesi ise hükümetlerin daha kolay ve daha ucuz borçlanabilmelerini sağlıyor.
Krizin daha da ağırlaşması ve hükümetlerin piyasalardan doğrudan borçlanamaması durumunda ise son çare merkez bankalarının para basarak doğrudan hükümet tahvillerini satın alması seçeneği. Birkaç hafta önce bile çılgınlık olarak görülebilecek böyle bir alternatifin artık serbestçe dile getiriliyor olması bile hem durumun ne kadar ciddi olduğunun, hem de bunun sonucu olarak ekonomi biliminde tabuların nasıl peş peşe yıkıldığının açık bir işareti.