"Belli ki son 5-10 yılda çocukları için daha iyi eğitim olanakları, kendileri için daha fazla özgürlük aramak için Almanya'nın yolunu tutan yeni nesil göçmenler – sanatçılar, yazarlar, akademisyenler, gazeteciler – Almanların kafasında 1960'larda oluşan Türk imajıyla uymuyor."
Ayşe Acar, Esra Gülmen'in "Türk'e benzemiyor muyum" adlı sergisi ile ilgili olarak T24'te böyle yazdı (Eylül 2019). Ayşe Hanım muhtemelen Almanya'da hiç yaşamamış birisi olarak böyle düşünebilir. Almanya ve göç konularıyla hiç ilgilenmemiş binlerce okuyucu ise içerdiği vahametin farkında bile olmadan bu cümleyi okuyup geçmiştir herhalde. 1960'lı yıllardan beri "Almancılar"a karşı var olan önyargıyla uğraşmanın, onu yıkmaya çalışmanın bir anlamını görmüyorum; inceldiği yerden kopsun, zaten çok şey kopmuş, varsın o da kopsun. Almanya'daki Türklere bir zararı yok, bilgisizlik ve ilgisizlikten kaynaklanan altmış yıldır kemikleşmiş bu önyargı çoğumuzun umurunda da değil artık.
Ancak Türkiye'deki rejim tarafından mağdur edildiği için ya da siyasal durum nedeniyle haklı olarak biraz nefes almak üzere veya çocuklarının daha demokratik bir ortamda büyümesini arzulayarak sanat ve kültür açısından giderek dünyada önemi artan, giderek "hip"leşen Berlin'e son yıllarda gelen insanlar -sayının beş bini bulduğu söyleniyor- hem çeşitli nedenlerden yaşamının merkezi olarak burayı seçip, hem de bavulunda birlikte getirdiği önyargılarla yaşamaya devam edince işin çehresi değişiyor. Hem bizlerin gözünde, hem de yeni gelen kitlenin içerisinde dünya vatandaşı özelliğine sahip çok sayıda akademisyen, gazeteci ve sanatçının gözünde. İki sistemi ayıran duvarın yıkıldığı, bu arada dünyanın sayılı metropollerinden biri haline gelmiş kentin tarihi ve göç deneyimleriyle yoğrularak değişik kimlikler edinen iki yüz bin Türkiyelinin yaşadığı bu şehrin öneminin farkında mı acaba bu insanlar? Soruyu sık sık sormaktan alamıyorum kendimi.
Söz konusu kesim bir yandan örneğin "Hiç Türk'e benzemiyorsun" sorusundan yola çıkarak yerleşik toplumdaki ırkçılıktan yakınırken, 1960'lardan beri hiç değişmeyen, dağarcığında getirip değiştirmeye de hiç niyetli olmadığı önyargıyla "Almancıları" homojen bir kitle olarak görerek ötekileştirmenin alâsını kendisi yapıyor. Aşağıda da örneklerini vereceğim gibi, Almanların onlarla ilk kez Türk akademisyen, sanatçı ve gazeteci gördüğünü düşündüklerinden yola çıkılırsa, küçük gördükleri Almancılara "bulaşmadan" kendi cemaatlerinin içerisinde hareket etme istemleri bana fevkalade mantıklı geliyor.
Ancak mantık silsilesini sürdürecek olursak kendi kapalı cemaatlerinde pirüpak kalmak isteyen bu kişilerin Alman-Türk ilişkileri, Almanya'daki göçmenler gibi konulara da hiç el atmamaları gerekir. Ama atıyorlar. Bizim dışımızda. Bizden bağımsız. Soyut. Yüzeysel. Türkiyelilerin, onların siyasi örgütlerinin Berlin gibi bir yerdeki geçmişi deneyimlerinden bihaber, meraksız, ilgisiz.
Kağıda dökülmüş çarpıcı örneklerden birisi, Göttingen Üniversitesi sosyoloji bölümünde doktora sonrası araştırmacısı Gülay Türkmen'e ait Mayıs 2019'de yazılmış bir yazı. Diğer örneklerden ve duyumlardan edindiğim bütün izlenimlerde anlayış tek model (bu anlayış Türk sağcılarında da yaygın): Almanlara ve "Almancılara" karşı önyargı ve yer yer düşmanlık o kadar iç içe ki biri birini tamamlıyor ya da birisi diğerinin ön koşulu. Ki bu da çok mantıklı. Türkmen, "But you don't look Turkish! The Changing Face of Turkish Immigration to Germany" başlıklı yazısında, Almanya'daki Türklerin 1960'lardan bu yana eğitim düzeyleriyle ilgili birtakım sayılar verip, oradan hooop son on yılda gelenlere geçerek, "gördünüz mü, biz geldik, Almanlar ilk kez üniversite mezunu gördü" sonucunu çıkarıveriyor.
İş yazının devamında daha da fecaat bir hale geliyor. Türkmen, alan çalışmasından örneklerle kendisinin ve son yıllarda gelenlerin şapşal "Almancılardan" farkını ve Almanların şapşallığı ve ırkçılığını gözler önüne seriyor. Söyleşi yaptıklarından birisinin, "neden Türk'e benzetmediniz beni" diye sorduğu kişinin "çünkü başörtüsü takmıyorsun" dediğini, onun da bir süre sonra "E, her Türk benim gibi modern ve eğitimli değil" diye düşünüp Almanlarla empati kurduğunu, bir diğeri Alman meslektaşlarıyla ne zaman yemeğe gitse alkol ve domuz eti konusunun açıldığını, onun da "ben viski içerim ama yemekte değil" dediğini, bir başkasının, İngilizce konuştuğunda Almanların çok şaşırıp onu Fransız ya İspanyol zannettiğini anlatıyor. Ayrıca Gastarbeiter community gibi kavramlar kullanılmış ki, bunlar göç çalışmalarıyla ilgili tartışmalarda literatürden çoktan silindi.
Biz buralardan geçeli otuz küsur yıl oldu desem, yetersiz. "Aa ama, öyle değil' diye açıklama da getirmeyeceğim ve "Almancılar" arasında şu kadar gazeteci, sanatçı, akademisyen var" diye bilgi, sayı ve oran da vermeyeceğim. Bunu derken rahat rahat binlerce insanın adına konuştuğumu söyleyebilirim. Aslında en iyisi hiç diyaloğa girmeyelim. Böyle paralel yaşamak daha iyi.
Beni düpedüz utandıran ise Esra Gülmen'in geçtiğimiz yıl yaptığı sergisinde duvara projektörle yansıttığı, sanatçının Almanlar tarafından kendisine sık sık yöneltildiğini iddia ettiği sorular: Oryantal dans yapıyor musun? Türkiye'de deniz var mı? Türkler deveye mi biniyor? Yorumsuz.
Can Dündar da Eylül 2019'da bu sergiden dem vurarak, Die Zeit gazetesindeki köşesinde, şu sonuca varıyor: "... Tabii bu kafa karışıklığında, karşılaşılan, Türk tipleri'ndeki çeşitlilik de rol oynuyor. Türkiye kökenlilerin, 'ne zaman', 'neden' ve 'nereden' göçtüğüne göre algı değişebiliyor. İlk gelenler için bu üç sorunun cevabı sırasıyla şöyleydi: '1960'larda', 'iş bulmak için', 'ağırlıkla Anadolu'dan'. Son gelenlerin başka cevapları var: '2010'larda', 'özgür olmak için', 'ağırlıkla İstanbul'dan..."
Heyhat. Sizce (sizce derken, yeni gelenlerin bir kesimini ve onlardaki hakim anlayışı kastediyorum, elimizde maalesef ölçü aleti yok, oran veremeyeceğim) gerçekten göç bu kadar siyah beyaz mı? Ara tonlar yok mu? Mesela tıpkı sizler gibi özgür olmak için gelenler... İstanbul'dan... İzmir'den... Diyarbakır'dan... Mesela tiyatro eğitimi almaya... Ya da tıp okumaya... Belki de esrar içmeye, hippie olmaya... Ara tonların olmadığı, tek tip, homojen bir göçmen grubu ve sürekli Hiç Türk'e benzemiyorsun diyen Almanlar, öyle mi? Ne kadar can sıkıcı bir kentte yaşıyorsunuz. Can sıkıcı olduğu gibi üstelik düzey de düşük.
Yazar, 25 Şubat günü yine Die Zeit'daki köşesinde "eskiler içinde yenilere yardımcı olan, yol gösteren, evini açan çok; ama kuşkuyla bakan, mesafe koyan, dışlayanlar da daha fazla... İlk kesim daha çok derneğe, ibadethaneye, nargile evine, ikinciler daha çok müzeye, konsere, dil kursuna gittiği için karşılaşmıyorlar. Erdoğan yanlıları, kahvede yandaş bir TV kanalını açarak veriyor mesajı; 'öteki' kesimin doktorları, avukatları, eğitmenleri ise ofisinin duvarına Atatürk resmi asarak, gelenlere peşinen kimliğini gösteriyor. Herkes kendi gettosunda yaşıyor. Yeniler, alışveriş için Kreuzberg pazarına gitse de pek kaynaşmıyorlar. Türkçe konuşsalar da Türkiye'yi konuşmaktan kaçınıyorlar" diyerek dili bilmeyen bir Alman gazetecinin bile çoktan aştığı klişelere başvurmuş. "Aynı zamanlarda, aynı topraktan sökülüp Almanya'da buluşan bu iki kesim -Türkiye'de olduğu gibi Berlin'de de- büyük oranda birbirinden ayrı ortamlarda, ayrı dünyalarda yaşıyor." Gerçekten mi bu şehirde bir siz, bir de Erdoğancılar var? Hadi Alman vatandaşı olan bir milyon Türkiyelinin seçme hakkı olmadığını, diğer bir milyonun ise sadece yüzde 40'ının sandığa gittiğini hesaba katmayan, bu açıklamayı duysa da aldırmayıp her seçimden sonra Erdoğan'ın başa gelmesinde ısrarla Almanya'daki Türkleri sorumlu tutan Türkiye'deki Atatürkçülere alışkınım da...
Bunun dışında yazar birinci yazısındaki tarih sıralamasında önemli bir dönem atlamış: 1980 (Hatta 1971, 12 Mart sonrası da var). Bazen sözü ediliyor; edildiğinde de o yıllarda rejimden kaçıp buraya gelenlerin daha ziyade "aktivist" oldukları vurgulanıyor. O aktivistler de gazeteci, sanatçı ve akademisyendi, o da biline. Tarih gerçekten sizinle başlamadı. Ama 1980'lar ve 2010'lar göçünü yakından takip eden, her iki gruptan da çok insan tanıyan birisi olarak şu farka parmak basmak isterim ki, o dönem ne "tepeden bakma" ne de "bizler ve Almancılar" diye ötekileştirici durumlar yaşandı. Keşke bunları, Berlin'deki Türkiyeli siyasi örgütlerin geçmişteki diğer deneyimlerini anlatabilseydik, göç, kimlik, aidiyet, Avrupa, Türkiye'deki gelişmelerle ilgili olarak "Almancılar" arasında süren tartışmalardan, renklerden, çeşitliliklerden, çatışmalardan, biraz haberiniz olsaydı. Parantez içinde şunu da söyleyeyim: İnsanın yaşadığı yerdeki göçmenlere karşı ilgisizliğini gerçekten kavrayamıyorum. Türkiye'den kaçmak zorunda kalıp diyelim Meksika'ya gitsem, Türklere oradaki yaşantıları, Meksikalılarla ilişkileri hakkında her şeyi sorarım diye düşünüyorum.
Can Dündar'ın Eylül ayındaki yazısının çıktığı hafta sonuki -bunun büyük bir rastlantı, ama bu rastlantının da çok manidar olduğuna inanıyorum- Berlin'deki "Almancılar" (aynı zamanda da gözünü kaşını siyasi görüşünü beğenmedikleri yeni göçmenler) özenle bulaştırılmamaya özen gösterilip yeni gelenlerin bir kısmı tarafından Berlin'de bir toplantı düzenlendi. Basından izleyebildiğimiz kadarıyla buradaki yeni entelijansiya iki gün süren bu sempozyumla Türkiye'deki demokrasi savaşına katkısı olabilecek bir oluşumun ilk adımını attı. Berlin Toplantısı olarak tarihe geçecek özelliğe sahip olabilecekken kentin siyasi önemi yine yeterince kavranmadığı için, yani toplantı Tanzanya'da da yapılsa bir şey fark etmeyeceği anlayışı hakim olduğundan -tek neden belki de bu olmamakla birlikte- devamındaki gelişmelerle ilgili bir şey çıkmadı ya da biz duymadık.
Ben ve birçok arkadaşım bu son göçten başlarda umutlandık. Onlara saflarımızdaki bazılarında nükseden, varlığını yadsımadığım "Almancı" kompleksleriyle baştan dışlayıcı tavır gösteren kişilere önyargının yanlış olduğunu söyledik. Heyecanımızın nedeni, siyasi hareketlerdeki, eski göçmenlerin statüleri, hakları, Suriyeli göçmenlerle ilişkiler ve daha bir çok konuda yaşanan tıkanıklıklara yeni gelen arkadaşlarla birlikte yeni çözümler üretebilmekti. Güzel bir şanstı, renk olacaktı, canlılık olacaktı. İki tarafa da ivme kazandıracak, iki tarafı da besleyecekti.
Diğer yandan bizlerin bir şey kaybettiğini düşünmüyorum. Yeni gelenler arasında o kadar çok inovatif, kente, dünyaya açık, ırkçılıktan, ötekileştirmeden uzak insanlarla dostluk kurduk, kuruyoruz ve alışveriş o kadar verimli ki, karşılıklı çok güzel şeyler kazanıyoruz. Aslolan da bu, hayal kırıklığımız değil. Bazen sabrımız taşıyor işte, o kadar.
Lürzer's Archive Dergisi tarafından üç yıl üst üste "Dünyanın en iyi 200 tasarımcısı" arasında seçilen Esra Gülmen, basmakalıp laflara karşı bir isyan bayrağı çekti
Geçtiğimiz hafta Berlin'de çok ilginç bir sergi gerçekleşti. 60 yıldır Türk göçmenlere ev sahipliği yapan ve dünyanın en renkli, en kozmopolit şehirlerinden biri olan Berlin, yüzeysel ayrımcılığa, önyargılara, düşüncesizce edilen basmakalıp laflara karşı bir isyan bayrağı çekerek sordu:
"Türk'e benzemiyor muyum?"
Soruyu soran 33 yaşındaki grafik tasarımcısı Esra Gülmen... Mimarlık okuyup, üzerine akademik kariyer yaparken, profesör asistanı olarak çalıştığı iki yılın sonunda akademisyenliğin kendisine göre olmadığına karar veriyor; grafik tasarımcılığı ve illüstrasyona odaklanıyor.
Yeteneğiyle kısa sürede alanında başarılı bir isim oluyor; önce Frankfurt'a, oradan Amsterdam'a ve daha sonra Berlin'e yerleşen Esra, şu anda ünlü reklam ajansı Heimat Berlin'in tasarım departmanının başında...
"Aa! Ama hiç Türk'e benzemiyorsun!" Türk olduğumu söylediğimde genellikle insanlardan aldığım tepki bu. İlk başlarda, bunu iltifat olarak kabul ediyordum ama zamanla fark ettim ki, değil.
İnsan Türkse, tipi nasıl olmalı acaba? Ya da Almansa!
Birkaç ay önce konuyla ilgili internette bir cümle gördüm: "Türk'e benzemediğimi söylüyorlar. Dönere mi benzemeliyim Türk gibi gözükmek için ya da neye?"
Neredeyse 2020 yılındayız ve bu tip klişelerin hayatımızda yeri olmaması gerektiğini düşünüyorum. Bu nedenle Bold Space (boldberlin.com) ile bir işbirliği yaparak, "Türk'e benzemiyorsun!" kalıbıyla, birlikte gelen soruların cevabını aradık" diyor Esra Gülmen.
Esra tasarımlarını kağıda dökerken fazla düşünmediğini ve vermek istediği mesajı en basit ve kolay anlaşılır şekilde aktarmaya çalıştığını söylüyor. Günlük problemleri olan insanların hislerine, duygularına bazen bir soruyu, bazen bir kelimeyi görselleştirerek ilham olmaya çalışıyor. Tipografiyle, illüstrasyonu harmanlamak onun sanatının özelliği!
"Don't I look Turkish?"; Cannes Lions, One Show, Epica gibi bir sürü uluslararası ödüle sahip olan ve Lürzer's Archive Dergisi tarafından üç yıl üst üste "Dünyanın en iyi 200 tasarımcısı" arasında seçilen Esra'nın dördüncü kişisel sergisi.
Vermek istediği mesaj yine basit ve net: "Sergi benim kimliğimle ve dünyadaki genel önyargılarla ilgili. Limitli sayıda üretilen baskılar, eşyalar ve sweatshirtler sergilendi. Benzer tepkiler alan "Auslander" (yabancı) kökenli Alman arkadaşlarımı da unutmadım. Onlar için de "Alman'a benzemiyor muyum?" tişörtleri hazırladım."
Sergide sırf Türk olduğu için Esra'ya sorulan, pek parlak sorular, illüstrasyon haline gelip duvarlara asılmış.
Türkiye'de deniz var mı?
Oryantal dans yapabiliyor musun?
Türkiye'de insanlar deveye biniyor mu?
Domuz eti yiyor musun?
İçki içiyor musun?
Ramazan'da oruç tutuyor musun?
Türkiye'de kadınlar çarşaf giyiyor mu?
Erkeklerin birden çok eşleri var mı?
Türkiye şu anda güvenli mi?
Bunu okuyabilir misin? (Arapça bir yazı işaret ediliyor.)
Tarkan'ı seviyor musun?
Türkiye'de Noel'i kutluyor musunuz? (Bu tasarımda Türkiye'yi hindi görselinin içine yazarak vurguladığı ironiye bayıldım. 1984 yılında, Türkiye'nin İngiltere'ye 8-0 yenildiği futbol maçından sonra, İngiliz gazetelerinde çıkan "Hindinin tüylerini yolduk." türünde haberlerin Türk basınına yansıması, 10 yaşımda olmamama rağmen bende kompleks yaratmış, sonraki yıllarda "Türkiye ve Hindi" esprisini yapan hiçbir yabancı, arkadaşım olamamıştı!)
Belli ki son 5-10 yılda, çocukları için daha iyi eğitim olanakları, kendileri için daha fazla özgürlük aramak için Almanya'nın yolunu tutan yeni nesil göçmenler -sanatçılar, yazarlar, akademisyenler, gazeteciler- Almanların kafasında 1960'larda oluşan Türk imajıyla uymuyor. O yılarda oralara göç ederek, dişini tırnağına takarak çalışan, çocuklarını okutan ailelerin imajında ne var onu da tam bilemiyorum. Bildiğim 1960'ların 60 yıl geride kaldığı ve bu insanların çocuklarının orada doğduğu, okuduğu ve onlar kadar Alman olduğu... Tabii ki, Türk kültürünün de zenginliklerini taşıyarak!
Esra bu sergisiyle de bir ödül alır mı bilmem ama sosyal medya vasıtasıyla, ta Vancouver'dan sergiyi gezme şansına sahip olan biri olarak söyleyebilirim ki, dünyanın en büyük problemlerinden biri olan ayrımcılığa karşı şahane bir isyan bayrağı çekti! Hem de en nazik şekilde, sanatı vasıtasıyla...
Kimsenin kimseye benzemediği şu dünyada, Türkleri veya dünyanın herhangi bir milletini klişelere sığdırmadığımız günlerin gelmesi dileğiyle... Ne demişti Barış Abi; "Bu dünya bizim memleket!"
Not: Esra'nın eserlerini kendi sitesinden (esragulmen.com), "Don't I look Turkish" sweatshirtlerini ise boldberlin.com'un sanal dükkanından, Avrupa linkini tıklayarak satın alabilirsiniz.