Savaş yazılarını okuyorum.
Ekranlarda haritalar, oklar...
Haberi en güzel bizim kanalımız verdi, diye sırt sıvazlamalar...
Bizleri maç seyrettircesine peşlerinden sürükleyenler...
Kim kazanıyor? Kim nerede, ne hata yaptı? Türkiye kazançlı mı çıkacak?
Bu işin uzmanlığı olabilirmiş gibi uzmanım diyenler döktürüyor.
Ne olacağını bilemiyoruz, ne olacağını çoktan biliyorduk, tarihe bakın şimdi savaşmazsak Üçüncü Dünya Savaşı çıkar, diyorlar.
Bunlara savaş çığırtkanlığı diyorum, barış çağrısı bekliyorum.
Savaşın değil barışın kaçınılmazlığında bildiklerini yazmalarını istiyorum.
İçi boş barış temennileriyle, beyaz güvercinleriyle değil, savaşan taraflara yol göstererek.
Tarafları karşılarına değil arkalarına alarak.
Dünyayı bölmek yerine dünyaya seslenerek.
Barışın sağlanmasında adım adım yürünecek somut önerileriyle dünya kamuoyunu da seferber ederek.
Yoksa İkinci Dünya Savaşı sonunda yaptıkları gibi büyük devletler aralarında gizli pazarlıklarla gene dünyayı bölecek, gene bizi birbirimize düşürecekler.
Düşürdüler bile.
Kendilerine yeni terminoloji de buldular, otokrasilerle demokrasiler diye çizgilerini çizdiler.
Yanılıyorlar.
Benden sonra tufan derken uzatmalara oynayan bu ahlaksız düzende tutunamayacaklar.
Gezegenimizi topun ağzına getirdiler, on bir yaşında Greta'dan fırça yediler, yetmedi.
Yeni kuşaklar düzenin oyununu oynamıyor.
Her savaştan sonra böyle değil mi?
Birinci Dünya Savaşı biteli bir asır geçti, bilir kişilerimiz hâlâ kitap yazıyor "Neden çıktı?" diye.
Tarihimizin büyük kısmı barış dönemleri. Nasıl olabildi, diye barışın dinamiklerini araştıran, yazan yok. Psikolojide 'Askeri Psikoloji' disiplini var, 'Barış Psikolojisi' yok.
Güç budalalığımızda marazi merakımız var savaşlara.
Gerçeklerden kaçamayız diyorlar. Haklıyla haksızı ayırt edip taraf tutuyor, savaş kaçınılmazdır insan böyle diye buyuruyorlar.
Hep böyle buyurdular.
Zamanında kervanların geçtiği topraklarla, gemilerin yelken açtıkları denizleri denetleyenlerin küreselleşen dünyası bugün de yeni totaliter egemenliklere gebe. Nicedir içimize inim inim işlenen, işletilen, çaresizliğimiz, çoğu zaman gönüllü köleleri olduğumuz düzene uyum uğruna bizi özgürlüklerimizden vazgeçirmiş.
"Tarihin bizi donattığı kıt malzemeyle insanları yargılamayı reddediyorum," der Gandhi.
What is History? (Tarih Nedir?) adlı kitabında E. H. Carr, "Tarihi tanımadan tarihçiyi tanıyın" diye bizi uyarır. Tarihçiyi tanımak, geçmişimize hangi aynaların tutulduğuna bakmak demek.
Tarihimize bakıp "Biz buyuz" diye sunulanları sorguluyorum. Geçmişimizin nasıl tanıtıldığının, kendimizi nasıl tanıdığımızın, toplumsal evrimimizi engellediğine inanıyorum. Tarihten özgürleşerek yeniden tarihimize bakmamızı öneriyorum. Asırlardır sürdürdüğümüz alışkanlıklarımızdan kurtulup, kendimize farklı bakmaya başlamamızla, nereden gelip nereye gittiğimizin serüveninde, yaşadığımız tarihin de yolunu değiştirebiliriz.
Tarihimize bakıp aramızdaki farklılıkları abartırken, bizi birleştiren insanlığımızın hayret verici gücünü, teker teker ve hep birlikte neye muktedir olduğumuzu yadsıyoruz.
Tarihin zaman tünelinde geriye doğru yolculuğumuz hepimiz için aşağı yukarı aynı. Lafı uzatmaya gerek yok. Dünyanın neresinde, ne zaman doğmuşsak doğalım, annelerimiz, babalarımız, dinlerimiz, devletlerimiz bize bir geçmiş giydiriyor. Onlar giydirdikçe biz de ha babam giyiniyoruz. Çoğumuz, geçmişin elbiselerini günümüz terzilerinin dikmesini yadırgamadan kabullenmekle kalmayıp, elbiselerimizi bedenimizden ayırt bile edemiyoruz.
Tarih, giydiklerimizin, bize giydirilenlerin, üstümüzdekileri yenileyip, değişmemiş sandığımız eskilerimizi sandıklardan çıkarıp tekrar giyinmemizin öyküsü.
Örtünme tutkunluğumuzun telaşında kendimizi görmez, görmek istemez olduk. "Biz" diye, birbirinden farklı, birbirlerine zıt görüntülerimizi benimsedik. Görüntülerimizle çarpıştık, görüntülerimizi savaştırdık.
Soyunalım. Soyunalım ki bizi giydirenlerle yüzleşelim, kendimizi görebilelim. İstediğimiz gibi giyinebilmemiz, yeni bir dil geliştirebilmemiz için önce soyunmamız lazım.