Rus tiyatro yazarı ve modern kısa öykülerin öncülerinden olan Anton Pavloviç Çehov’un bugün 163. doğum yıl dönümü. Çehov, 44 yıllık kısa hayatından geriye sayısız öykü ve novel, piyesler, birkaç vodvil ve dünyanın dört bir yanında sahne almayı sürdüren dört ünlü tiyatro başyapıtı bıraktı.
Nazım Hikmet, Çehov’un “Saat” öyküsünü 5 Ağustos 1935’de Tan Gazetesi’nde Orhan Selim ismiyle yayımlıyor. Bu ay 15 Ocak’ta 121. doğum gününde hasretle andığımız büyük şair Nazım Hikmet, Çehov ile aynı yerde, Rusya'nın başkenti Moskova'daki Rus aydınlar ve sanatçılara ait Novodeviçi Mezarlığı'nda yatıyor.
Nazım Hikmet’in çevirdiği Çehov’un “Saat” öyküsünde “Saatin doğru gitmesi gerektir, ama hayat doğru gitmiş, gitmemiş, o başka mesele” cümlesi, seçim saati belli olan Türkiye’de “Mutlu birini görmek insanın garibine gidiyor. Beyaz fil görmek, mutlu birini görmekten daha kolay” gibi.
Üstümüzden uçan zamanın gölgesini dahi göremediğimiz günler yaşıyoruz. Hayatımızda neyin değişeceğine dair cevaplar o başka mesele olarak kalmaya devam ediyor.
Yeryüzünde ne kadar çok, ne kadar çeşit çeşit saat vardır: Cep saati, kol saati, duvar saati, kule saati, dik duran saat, sallanan saat…
Her sokakta bir saatçi dükkanı. Her meydanda bir saat. Herkesin cebinde, kolunda bir tik tak…
Vakit, öyle önemli bir rol oynamaya başlamış ki hayatımızda, saatiniz bir çeyrek geç kalsa, bir çeyrek ileri gitse hemen onu saatçiye götürürsünüz. Kendi varlığınızla, geriye kalan bütün bir beşeriyetin varlığı arasında bu kadarcık bir ayrılığa bile dayanamazsınız.
Saat sizin için bu kadar önemli bir nesnedir de, siz hiç bir saatçinin nasıl yaşadığını düşündünüz mü? Kendi kendine benzer bir varlıktır. Saatçi, uzun dillerini sağa sola sallayıp durmaksızın gevezelik eden bir yığın duvar saati arasında yaşar. Vaktin apriori anlamına aldırmayan bu duvar saatlerinin birisi üçü gösterirken, öbürü beşi, daha öbürü on ikiyi gösterir. Dört bir yanı böyle kuyruklu bir yalanla çevrilmiş olan saatçi de, eninde sonunda, yalancı olur.
Onun, gözüne lupunu takarak size, sizden sonra saatinize bir bakışı, bu bakıştan sonra da bir, “Haftaya geliniz, saatinizi alınız,” deyişi vardır. Hani, inanırsanız, yandınız demektir. Çünkü bir hafta sonra geldiğinizde, saatinizin bilmem neresine bilmem ne koymak lazım geldiğinden iki hafta daha bekleyeceğinizi anlarsınız.
Kızarsınız, “Bilmem nesiz olsun,” dersiniz. Saatçi aldırmaz, yine gözüne lupunu yerleştirir, size o “bilmem nenin” insan hayatındaki öneminden söz açar. Ve duvardaki saatler uzun dillerini sağa sola sallayarak yalan söylemelerine devam ederler:
- Tak tak… taki tak…
Sonunda razı olacaksınız. Saatsiz edemezsiniz ki!..
Saatin doğru gitmesi gerektir, ama hayat doğru gitmiş, gitmemiş, o başka mesele.
Saatle yaşamak hem iyidir, hem kötü.
Sözgelişi, tam saat sekizde sizi yemeğe çağırırlar. Eğer saati saatine gideceğim diye, tam sekizde kapıyı çalarsanız, ya ev sahibini bulamazsınız, yahut sizi misafir odasında yarım saat tek başınıza bekletirler.
İşte bu yüzdendir ki, insanlar saatleri aşağı yukarı, takribi olarak kullanmaya mecbur kalmışlar.
“Sekizde geleceğim,” diyecek yerde, “Beni sekizle dokuz arasında bekleyin, dokuzdan ona kadar da gelmezsem bir işim çıktı demektir, siz yemeği yiyin” formülünü bulmuşlar.
Ama ne olursa olsun, siz yine saatinize dikkat edin, ne bir çeyrek geri kalsın, ne bir çeyrek ileri gitsin. Doğru giden saatin zevki başkadır.
Onun doğru işlediğini, bir konuşmadan sonra gelen sessizlikte duyarsınız. Gözleriniz baygın, sevgilinizin elini öperken, bileğinden size onun sesi gelir. Ve en sonra, nefesinizi verirken, doktor kolunuzu tutup da nabzınızın atışını yakalamaya çalıştığı vakit, elindeki cep saatinin işleyişini duyacaksınız.
Doğuşunuz ve ölüşünüz saatle bildirilir. Onun için saatiniz doğru gitmeli. Fakat, ne olursa olsun, size birisi falanca yerde ne vakit bulunacaksınız, diye sorarsa:
— Şöyle akşama doğru, diye cevap vermeyi unutmayın.
Hiç olmazsa böylelikle ne kendiniz, ne de başkaları rahatsız olur.