Hatırlarsınız, geçen hafta perşembe günü OECD Başkanı Genel Sekreteri, Ankara’da Devlet Bakanı Ali Babacan ile birlikte yaptığı basın toplantısında OECD’nin Türkiye Raporu’nun ana hatlarını açıkladı. Canlı yayınlanan açıklama sonrasında haber bültenleri, gazeteler ve internet medyasının altını çizdiği noktaları şöyle özetlemek mümkün. • Ekonomiye destek tedbirleri kademeli olarak kaldırılmalı. • Maliye politikası sıkılaştırılmalı. • Merkez Bankası'nın kriz döneminde başlattığı gevşek para politikasını kademeli olarak sona erdirilmeli. • 2010 sonundan önce faiz oranlarının normalleştirilmesi süreci başlatılmalı ve bu, enflasyon beklentilerini bozmayacak şekilde yapılmalı. • Kayıtdışı istihdamın azaltılmalı ve iş gücüne katılım artırılmalı. Bu yazıya başlarken amacım, raporda yer alan fakat medyada yer verilmeyen noktaları sizlerle paylaşmaktı. Bunu yapacağım ama önce rapordaki iki öneriye itirazımı dillendirmeme izin verin lütfen. Önce İtirazlar Ekonomik destek tedbirlerinin yavaş da olsa kaldırılması için henüz erken. İlk iki çeyrekte ortalama yüzde 11 büyümüş olsak da, yılsonunu yüzde 7 civarında büyüme ile tamamlayacak olsak da, dünyanın en hızlı toparlanan ülkelerinden biri olsak da, destekleri çekmek için erken. Çünkü aslında henüz 2008’deki yani krizin başladığı noktadaki düzeyimize geliyoruz. Bakın Milliyet’ten Güngör Uras 16 Eylül tarihli yazısında neler diyor: “Büyümüyoruz. Krizde indiğimiz çukurdan çıkıyoruz. Henüz tam olarak çıkamadık. Büyüme, sabit fiyat ile milli gelir artışından izlenir. 1998 yılı sabit fiyatları ile yılın ilk 6 ayındaki milli gelir rakamları şöyledir: - 2008 49.5 milyar TL - 2009 44.4 milyar TL -2010 49.0 milyar TL Görülüyor ki, henüz 2008 yılı milli gelir rakamına ulaşamadık. Fakat 2 yıl boyunca ülke nüfusu 74.7 milyondan 76.5 milyona yükseldi. Yüzde 2.5 arttı. Bu artan nüfus da sofraya oturdu. Gelir artmazken nüfus artarsa, sofradaki aşı daha çok insan paylaşmak zorunda kalır. Her birinin boğazına daha az aş girer.” Bunları söyledikten sonra Güngör Bey, genel tüketim, gıda, giyim, mobilya harcamalarının ve inşaat piyasasının 2008’dekinden daha büyük olmadığını anlatıyor. Durumu bundan daha iyi anlatacak bir açıklama olamaz. Bu bir tarafa, ilk altı aydaki yüksek büyüme oranlarını önümüzdeki dönemde göremeyeceğiz. 2011 yılında yüzde 4-5 aralığında bir büyüme olacak ve o zaman 2008’in üzerine çıkmış olacağız. İşsizlik oranında ciddi bir gerileme olsa da hala gidilecek çok yol var. Öyleyse, enflasyona zarar vermediği ölçü de (ki; Merkez Bankası açıklamalarına göre yakın zamanda bir enflasyon tehdidi yok) ekonomideki ivmeyi yavaşlatmak için bir gereklilik söz konusu değil. Faiz oranlarının yükseltilmesi için de erken olduğunu düşünüyorum. Henüz üç dört ülke faiz artırmaya başladı. Bunlar da piyasalara ve ekonomik konjonktüre etki eden ülkeler değil. Neden şimdi Türkiye kendini öne atıp da, gereksiz bir kahramanlığa (!) soyunsun? Zaten her yerde faizler dipte iken, biz neden artıralım? Dışa açık ekonomi tarihimizin en düşük düzeylerinde bulunmasına rağmen Türk tahvillerinin faizleri hala benzer ve hatta daha zayıf ekonomik yapıya sahip birçok ülkenin tahvil faizlerinden daha yüksek. Merkez Bankası’nın açıkladığı çıkış stratejisi çerçevesinde bir süre sonra faiz artışları gündeme gelecek. Şüphesiz Banka, bir taraftan enflasyonu kontrol etmeye çalışırken, bir taraftan büyümeye sekte vuracak hamlelerden kaçınacaktır ama yine umarım faiz artırımı mümkün olabildiği kadar geciktirilir. Gözden Kaçanlar OECD raporunda başka tespitler de var fakat gündemde diğerleri kadar öne çıkmadı. Bunlardan birincisi, Türkiye açısından krizin dış kaynaklı olduğunun altının çizilmesi idi. Azalan dış talep nedeniyle gerileyen ihracatın, sanayi üretimini, istihdamı ve tüketici güvenini olumsuz etkiledi vurgulandıktan sonra; sanki bizdeki “eksen kayması” tartışmalarına gönderme yaparmışçasına raporda aynen şu ifade kullanılıyor: “Dış kaynaklı bu krizde şirketler oldukça esnek ve akılcı bir yol izleyerek ihraç pazarlarını çeşitlendirmişlerdir”. İkincisi, Türkiye ekonomisinin büyümesinin önünde iki önemli engel olduğu görüşüydü: Dış pazarlarla fiyat rekabetindeki zayıflık ve işgücü kaynaklarının etkin olarak kullanılamaması. Raporda şöyle deniyor: “Büyüme hızlandıkça, ülkeye sermaye girişi artmakta, TL değerlenmekte, dolar bazında ücretler yükselmektedir. Sonuçta, dış ticaret başta olmak üzere iş dünyası ve hanehalkı güveni, istihdam ve gelirler baskı altına girmektedir. Bu, ekonominin iç ve dış dengelerinin bozulmasına neden olmaktadır. Dış dengenin iyileştirilmesi için otoriteler cari işlemler açığının büyümesini kontrol altına alacak önlemler yürürlüğe koymalıdır. Bunun için en etkili iki yol, dış ticaret konu olan ihraç ürünlerin rekabet gücünü ve ulusal tasarrufları artırmaktır.” Dolayısıyla, bazılarının gözardı etmesine ya da öyle olmadığını düşünmesine rağmen (Merkez Bankasını tenzih ederim) değerli TL sadece ihracatın değil, sanayinin, istihdamın, tüketici güveninin ve tüketimin önünde bir engel.