Berfo Ana öldü.
Bazen bu kadar kısadır cümle. Bu kadar keskin... Bu kadar soğuk... Bu kadar acımasız...
Öldü. Vefat etti. Hayatını kaybetti. Ne derseniz deyin artık; aynıdır sonuç: O artık yok. Yaşamıyor. Nefes almıyor. Etleri çürümeye başladı. Toprak onu yutup sindirmeye hazırlanıyor.
* * *
Berfo Ana öldü.
Haberi öğrendiğimde bir yolculuğa çıkmak üzereydim. Beni uğurlayan insanlarla konuşmalarımız bir anda önemini kaybetti. Sustuk. Bir kez daha inanılmaz bir inatla durmadan ve her gün unutmayı başardığımız korkunç bir gerçekle yüz yüze geldik. Ölümle kıyaslandığında her şeyin anlamının sıfırla çarpıldığını hatırladık.
Yol boyunca sıkıntılı bir gökyüzünün altında, gece yağan yağmurlarla yer yer çamura bulanan topraklarda, şaşılacak kadar parlak bir renkte gülümseyen badem, erik ve şeftali ağaçları dikkatimi çekti. Galiba bahar gelmek üzereydi.
Banal bir teslimiyet cümlesi, bir kez daha telaffuz edilip de kibirli bir edayla gücünü pekiştirmek için dudaklarımı zorladı: "Ölümlere rağmen, hayat devam ediyor işte!" Ama dile getirmedim bu cümleyi, yuttum, yutkundum; gizledim çoğu kez ona boyun eğdiğimi.
Berfo Ana'yı hatırladım çünkü. O'nunla altı hafta önceki konuşmamı. O'nunla ilgili yazdıklarımı. (Berfo Ana ve Devlet Baba)
* * * Berfo Ana, o cümleyi deviremese de sarstı; sarsmasa da umursamadı; ona aldırmadan ve yenilgiyi kabullenip ezilmeye alışmadan mücadelesine devam etti. O cümle ("Ölümlere rağmen, hayat devam ediyor işte!") Berfo Ana'ya söz geçiremedi, hükmedemedi.
O, 32 yılı aşkın süre önce oğlu Cemil'in kendisinden koparılmasına ve katledilmesine alışmayı reddetti. Binlerce faili meçhulü, yüzlerce kayıp insanı olan bu ülkede, başkaları gibi davranmadı. Boyun eğmedi. "Mantıklı" ve "makul" olanı seçmedi.
Yıllarca ölümü kabullenmedi. Aradı. Bekledi. Son yıllarda ise düşlerine giren uzak ve bilinmez bir mezarın hasretiyle yaşadı. Mezar, ya da her ne ise işte... Mezartaşı ve hayatla sınırları olmayan ölüm sığınağı... Yani evladından arta kalan kemiklerin mahzun bir sessizlikle bulunmayı bekledikleri yer...
* * * Devletin hesap bile vermek istemediği acımasız suçları karşısındaki duruşuyla bir "efsane"ye dönüşen, direnişiyle bir sembol olan ve bu açıdan tarihsel bir zafer kazanan Berfo Ana, ne yazık ki ikinci mücadelesini kaybetti: Oğlunun vücudundan geri kalanlara kavuşamadan hayata veda etti. Düşlerine giren "evlat mezarı"na hasret gitti.
Bu hasreti onun ölümüyle taştı, sel oldu; bir mezar bu acıya ve sele az geldi ve yan yana iki mezar açıldı. Birine Berfo Ana kendi uzandı usulca. Ötekine, onun bitmeyen mücadelesinden kalan hasret ve umutlar dolduruldu.
Ne zaman ki üzerine zulüm ve kaygısızlık kokan "ölü toprağı" serpilmiş gibi suskun duran toplum, vicdanını hatırlar ve Cemil'in son parçalarını bulur, o zaman ikinci mücadeleyi de kazanmış sayılır Berfo Ana. Ölümünden sonra kazanılacak zaferin de en büyük ortaklarından biri olur.
* * * T24, Berfo Ana'nın ölüm haberini şu başlıkla vermişti: "Berfo Ana, Cemil'ine kavuştu..." İlk gördüğümde bende farklı çağrışımlar yarattı bu başlık. Haber başlığı olmaktan öteydi sanki. Sonuna eklenen üç noktanın dışında, "kavuşma" vurgusu da, onu haberlerin veriliş tarzında pek alışık olmadığımız bir duygusallıkla sarmalamıştı.
Bir süre sonra bir okur yorumu belirdi haberin altında: Başlıkta Hürriyet Gazetesi'nin üslubunun izlerini hisseden okur, T24'ün haberi "öbür dünyayı gidip de görmüş" gibi ve orada mutluluğu aramamızı önerdiğini düşündüren tarzda vermesini eleştiriyordu.
Haksız mıydı?..
Düşündüm. Birçok ölümün bana hissettirdiklerini canlandırdım aklımda. Hayatla ölüm arasında gidip gelen duygularımı hatırladım.
Daha sakallarım tamamlanmadan birkaç kez kulağımın dibinden geçen siyasi kurşunların vızıltısını... Başkalarının öldüğü trafik kazasından sağ çıkmamı... Bir bıçağın kalbimin hemen altında açtığı deliği... Sonra kaybettiğim arkadaşlarıma döktüğüm gözyaşlarını... Babamın cansız bedenini yıkarken ruhuma yapışan soğukkanlılığı... Son yıllarda bazen bana iyice dayanıksız ve zayıf biri olduğumu düşündüren ölüm haberlerini...
* * *
Ölümün kokusu ve haberi, herkesi üzüyor. Ama...
Eğer doğar doğmaz size gönül rızanız bile alınmadan zorla armağan edilen "beşik kertmesi inancı" bir an gelip de terk ettiyseniz, inanmamayı seçtiyseniz yani, ateizm yahut teizm, deizm, panteizm veya agnostisizmden yana saf tuttuysanız, işiniz daha zor sanki...
"Öbür dünya"ya inanıp ölümden sonra da bir şekilde var olunacağından kuşku duymayanlar da üzülüyorlar elbette. Ama onlar üzüntülerinin üzerine sadece zaman merhemini sürerek değil, inançlarını da yerleştirerek acılarını hafifletme şansına sahipler.
Ben bu şanstan yoksun kalmayı bilinçli olarak seçenlerden biriyim. Ama geçmişin keskin kalıplarıyla olmasa da, bugün hâlâ "dinsizlerin safında" yer alırken, bazen "öbür dünyaya inanan şanslılar"ın arasına katılıveresim geliyor.
Evet, keskin yürekli okurların ilkesizlik eleştirilerini öngörmeme rağmen, bir günlüğüne dindar olmak istiyorum.
Hiç olmazsa bir günlüğüne. Mesela, bugün.
* * *
Birikmiş bütün duygusallığımın ve zaafımın da etkisiyle, "öbür dünya"ya başımı uzatıp Berfo Ana'nın oğlu Cemil'le buluşmasını izliyorum şimdi. Onların dakikalarca birbirlerine sarılıp öptüğünü, neden sonra yanlarında sessiz bir gülümsemeyle kendilerini izleyen İsmail Bey'i de aralarına aldıklarını görüyorum. İsmail Bey, eşinin ne kadar yaşlandığına bakıyor kederle. Berfo Ana ise oğlunun bunca yıl sonra bile ne kadar genç kalabildiğine şaşırıyor.
Onları hasretlerini hızla eriten büyük sevgileriyle baş başa bırakıp biraz ilerlediğimde, daha pek çok gençle karşılaşıyorum. Kiminin şakaklarında belli belirsiz kurşun yarası, kiminin vücudu işkence izleri içinde; ama hepsinin gözleri ışıklı ve mutlu. Hepsi Berfo Ana'yı selamlamaya hazırlanıyor.
Birden aklıma gelen şeyden ürpererek onlara yaklaşıyorum. 1980 darbesinden sonra öldürülen birkaç arkadaşımın ismini söyleyerek onları nerede bulabileceğimi soruyorum. Cevap vermiyorlar. Acaba duymadılar mı? Ama başlarını gerilerde bir yere çevirmeleri bir işaret olabilir. Heyecanla o yöne doğru koşuyorum. Aklıma daha birçok arkadaşım geliyor. Hem koşup hem de ağlamak ne garip duygu!
Koştukça iki yana açılarak, sanki beni selamlayan ölülere dikkatle bakıyorum. Pek çoğu bana birilerini hatırlatıyor. Bakın ne geldi aklıma: Belki adı dilimizden düşmeyen liderlerle ve düşünürlerle sohbet etme şansı bulurum. Döndüğümde anlatması ne keyifli olur. Ve yazması bu görüşmelerin notlarını...
Hiç görmediğim dedem de burada mıdır acaba? Onu bulup sorsam mı, biz "katıksız Türk" müyüz sahiden, yoksa başka bir ulus var mı kökenimizde, diye. Ama sert bir adammış, basarsa şimdi fırçayı bana, zor durumda kalabilirim; üstelik yaşça benden küçük olabilir muhtemelen.
Peki, babamla konuşma şansımız olabilir mi görsem onu? Şimdi oturup sakin dinler mi beni?..
Bir de, insanın bir zamanlar seviştiği, bedenini çok iyi bilip hissettiği birilerinin ölümünü kabullenmesi zor hayatta... Onları da görebilir miyim acaba burada? Yoksa bu yaşlı halimle görünmesem mi hiç gözlerine?
* * *
Bu düşünceler ve hayallerle dağılıp gidiyorum ben. Bir süre toparlanmaya da niyetim yok.
Ah, Cemil kardeşim!.. Ah, Berfo Anam!..
Bir nokta koymak lazım artık bu hayale ve yazıya; ama nasıl?..
Gerçekle aramda kalan gizemli mesafeye, nedense Cemil'in sevdiğini tahmin ettiğim bir şiiri yerleştirmeyi deniyorum usulca; bakalım bu kelimeler doldurabilecek mi boşluğu?..
Şu dağlarda kar olsaydım olsaydım Bir asi rüzgâr olsaydım olsaydım Arar bulur muydun beni beni Sahipsiz mezar olsaydım olsaydım
Şu yangında har olsaydım olsaydım Ağlayıp bizâr olsaydım olsaydım Belki yaslanırdın bana bana Mahpusta duvar olsaydım olsaydım
Şu bozkırda han olsaydım olsaydım Yıkık perişan olsaydım olsaydım Yine sever miydin beni beni Simsiyah duman olsaydım olsaydım
Şu yarada kan olsaydım olsaydım Dökülüp ziyan olsaydım olsaydım Bu dünyada yerim yokmuş yokmuş Keşke bir yalan olsaydım olsaydım
Çoğunuz bu şiiri türküsünden bilirsiniz, değil mi?
Bu hüzünlü türküyle bir dahaki karşılaşmanızda siz de Cemil'i, Berfo Ana'yı, öteki kayıp insanları ve analarıyla yakınlarını hatırlamayı dener misiniz?
İster İbrahim Tatlıses'ten dinleyin, ister Müslüm Gürses'ten. Veya Muazzez Ersoy'den ya da Songül Karlı'dan.
Ama ben izninizle Yusuf Hayaloğlu'nun bu eserini ilk kez seslendiren Ahmet Kaya'dan dinlemek istiyorum.