Deniz kenarında, pırıl pırıl bir güneşin altındayız.
Yazdan kalma, mükemmel bir gün...
Ve biz siyaset konuşuyoruz.
Ne doğa, ne dostluk, ne aşk, ne edebiyat...
Sadece siyaset!..
Ne kadar sıkıcı...
Ama hayatımız da öyle: Sıkıcı, bunaltıcı, umutsuz...
“Bir gazeteci olarak siz ne diyorsunuz bütün bu olup bitenlere?”
Bana bu soruyu soran kadına bakıyorum; gözlerinde tükenmek üzere olan umudun son kırıntısına tutunmaya çalışan “yaşayacak mı, doktor?” bakışı...
* * *
Ben ne düşünüyorum, “bir gazeteci olarak”?
“Yaşayacak mıyız”?
Bu karanlık günler bitecek mi?
Ne demeli, nasıl cevap vermeliyim?
Bildiğim bir şey var...
Ve bilmediğim iki şey...
Biliyorum, bitecek, kesinlikle bitecek bu günler.
Bilmediğim ise, ne zaman ve nasıl biteceği...
Uzun yıllar mı alır, yoksa beklenmedik kadar kısa sürede mi değişir iklim?..
Ülkece ödeyeceğimiz fatura çok mu pahalı olur?..
Ama bitecek ve ardından kederlerden süzülmeye alışmış gülümseyişimiz eşliğinde “ne günlerdi o günler” diyeceğiz.
Çünkü hayat böyle.
Zaman her şey ve herkes için sınırlı.
Yalnızca iyi insanların değil, kötülerin de kum saati var.
Ve kötülüklerin de...
* * *
Binlerce yıl öncesiydi.
İnsanlar insanlıklarını kaybetmişti. Açgözlüydüler. Amaçları, yeryüzü nimetlerinden mümkün olduğunca yararlanmaktı; hep daha çoğunu ve daha iyisini tüketmekti.
Zengini de fakiri de sadece kendi menfaatini düşünmekteydi. Menfaat için her türlü suç işlenmekteydi. Hırsızlıklar ve cinayetler gırla gitmekteydi. Kız çocukları, bir parça et karşılığında satılmaktaydı.
Sevgi yoktu, dostluk yoktu, mutluluk yoktu. Nefret, düşmanlık ve hırs vardı.
Kaos giderek büyümekteydi.
İnsanlık belki de yok olmak üzereydi.
Ve Tanrı Nuh’a, her şeyi silip süpürecek olan Büyük Tufan'dan bazı canlıları kurtarması ve daha sonra onlarla birlikte yeryüzündeki hayatı yeniden başlatması görevini verdi.
Nuh ve ailesi, kısa sürede inşa ettikleri devasa gemiye bütün hayvanlardan birer çift alarak yola çıktı. Ötekiler sular altında kalarak yok oldu.
Aylar sonra gemi bir dağa oturdu (bir inanışa göre Ağrı/Ararat Dağı’na, bir başka inanışa göre Cudi'ye).
Acaba bundan sonra yeryüzünde huzur ve mutluluk egemen olacak mıydı? Artık “kötülükler” geride kalmış mıydı?
İlk insanlar olarak kabul edilen Adem ile Havva'nın küçük oğlu Habil’i öldüren büyük oğlu (ve “insanlık tarihindeki ilk katil”) Kabil'den türeyenlerden, onların şiddet ve kötülüklerinden arınmışlar mıydı?
* * *
Aradan binlerce yıl geçti.
Dünyada ve ülkemizde gırtlağımıza kadar nefret ve şiddetin bataklığındayız.
Yaşadığımız hayata “insanca” demek zor.
Hayattan söz ediyorum, yani içinde bulunduğumuz zamandan.
Sonuçta sermaye sınırlı, çünkü ölümlüsün.
Doğduğun andan itibaren yaklaştığın bir tek yer var: Ölüm!
En fazla ne kadar yaşayabilirsin ki?
70 yıl? 80? Haydi 100 yıl yaşayacaksın diyelim.
O kadarcık ömrün var işte; onun da epeyce bir kısmını tükettin.
Peki, eldeki zamanı nasıl değerlendirmeli?
Para mı lazım en çok? Mal-mülk mü?
Güçlü iktidar mı?
Aşk mı ya da?
Eğlence mi?
Veya dostluk mu?
Gezmek mi?
Okumak mı?
Ne? Ne? Ne?..
Bu soruya mutlaka cevap bulmalı.
Sonuçta kum saati işliyor.
* * *
Kum saati herkes için işliyor.
Ama ona hiç aldırmayanlar var; en başta da iktidardakiler.
Galiba istediğin her şeyi yapabileceğini düşünmeye başlamak, insanın giderek kendini Tanrı’yla kıyaslamasına yol açıyor.
Tanrı ki yüce bir kuvvet ve sınırsız ölçüde muktedir...
Ancak bir dezavantajı var: “Görünmüyor”.
Kulların en büyüğü ki, her zaman görünüyor, her konuda konuşuyor, her şeye karışıyor, herkese emrediyor...
Zamanla belki de acaba ben de o kadar büyük değil miyim, hissine kapılıyor.
Bu hisle baş etmek kolay olmasa gerek.
Her türlü iktidarla Tanrı fikri arasındaki en önemli ayrımlardan biri, zaman ölçüsünde yatıyor: Birinin ölümsüz olduğu peşinen kabul ediliyor; ötekinin ise hüküm süresi ne kadar uzun olursa olsun, sonsuzluğun karşısında aciz kalacak kadar kısa.
Bunu kabullenmek çok zor; kafayı takarsan ölümcül bir yara almış kadar acı çekebilirsin.
Onun için de düşünmüyorlar bunu. Hiç ölmeyecek ve hiç gitmeyecek gibi yaşıyorlar.
Hiç gitmemek ve böylelikle ölümsüzlük izlenimine mümkün olduğunca yaklaşabilmek için herkesi ve her şeyi feda etmeye hazırlar.
Ellerinde olsa yasamayı, yürütmeyi, yargıyı, medyayı vs. - artık ne kadar araç varsa heybede - kullanarak bir emir daha verecekler:
“Tez kum saati durdurulsun! Emre itaat etmeyip de aşağı düşmeye çalışan kumlar 'vatan hainliği' ve ‘terörizm’ gerekçesiyle tutuklansın!”
Ne var ki kum saati bu!
Kürt değil, solcu değil, FETÖ’cü değil, Alevi değil, LGBTİ değil, gazeteci bile değil...
Değil ki beynine vurduğun gibi hizaya getiresin, gelmeyeni de ezesin!
Kumlar akmaya devam ediyor; aşağıdaki kum tepeciği giderek şişmanlarken yukarısı iyice zayıflıyor.
* * *
Deniz kenarında, pırıl pırıl bir güneşin altındayız.
Yazdan kalma, mükemmel bir gün...
Ve biz siyaset konuşuyoruz.
Herkesin sustuğu zamanlarda denizin sesini duyabiliyoruz.
Ege Denizi kim bilir nerelerden getirdiği dalgaları kıyıya, insanlara doğru savuruyor.
Bu deniz kaç yaşında?
Kıyıya getirip bıraktıkları arasında neler var?
Vaktiyle karşı kıyıda yaşayan Yunan filozoflarından bir bilgelik, mesela?
Ne demişti onlardan biri olan Epikür:
“Tanrı varsa evrende, bunca kötülük niye? Neden Tanrı kötülüğe izin veriyor?”
Ve ona karşı çıkanlar nasıl cevap vermişti:
“Tanrı yoksa evrende neden iyilik var? İyilik varsa Tanrı da var demektir.”
Tanrı varsa da yoksa da, bu kadar karanlık ve acı içinde yeni bir Büyük Tufan'ın çıkıp çıkmayacağını merak ediyorum.
Yaşanılan bunca felâketten kurtulmamız için bir Nuh'un Gemisi bulabilir miyiz acaba?
O gemiye kimler biner?
Ve kimler sular altında kalarak yok olur?..