Filistin Askısı...
Nedense dün aklıma geldi...
Gözlerimin önünden Filistin Askısı'nda sallanan insanlar geçti...
Çığlıkları hâlâ kulaklarımda...
* * *
Cumartesi Anneleri 500. hafta eylemine çıkmışlardı dün.
Ellerinde mezarsız ölülerin fotoğrafları vardı.
Binlerce insan "kaybedilen", "katledilen" yakınları için ve kurbanların yakınlarına destek vermek için sokağa çıktı.
Dalga dalga bir keder bulutu oluşturdular. Keder ve isyan...
Konuşanlar oldu. Haykıranlar oldu. Ağlayanlar oldu. En çok da susanlar...
* * *
Bu sessizlikte aklıma Filistin Askısı geldi.
Nedir Filistin Askısı (Ters Askı, Strappado), bilir misiniz?
İnsanın kollarının vücudunun arkasında birleştirilip yüksek bir yere asılmasıdır. Tüm ağırlığın kollara verilerek (hatta bazen vücuda başka ağırlıklar da asarak) onun acı çekmesine, kollarının çıkmasına, sinirlerinin, bağ dokularının, kas uçlarında bulunan tendonlarının zarar görmesine, bazen felç geçirmesine yol açan bir işkence yöntemidir.
Anlatabildim mi?
Bir de yandaki fotoğrafa bakın isterseniz, bu işkenceyi gözünüzde canlandırmak için.
* * *
Çok eski bir işkence yöntemidir bu. Ortaçağ'ın engizisyon mahkemelerinde de kullanıldığı bilinir, Nazilerin toplama kamplarında da...
Türkiye'de devletin sözüm ona "emniyet" güçleri pek sevmiştir bu işkence türünü. Uzun yıllar boyunca kullanmıştır.
Bu "işkence tekniğinin kullanılması" nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 1996'da Türkiye'yi suçlu bulmuştur.
14 yıl kadar önce TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Sema Pişkinsüt'ün öncülüğünde Filistin Askısı konusunda başlatılan soruşturma sonradan engellenmiştir. Dönemin DSP'li "hukuk profesörü" Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, ilgili tüm soruşturmaların takipsizlik kararı ile sonuçlandığını söyleyerek durumu haklı çıkarmaya çalışmış olsa da herkes bilmektedir ki, Türkiye işkencenin yaygın olarak uygulandığı bir ülkedir. Filistin Askısı ve başka "teknikler" yüzünden birçok insan ölmüş veya sakat kalmıştır.
İşkencecilerin ve işkenceden geçirilenlerin büyük bölümü hâlâ sağdır.
* * *
İşkencede öldürülenlerin bir kısmı, devlete emanet edilen canları alınıp birer cesede dönüştürüldükten sonra, "intihar etti" denerek ya da başka yalanlarla ailelerine teslim edilmiştir.
Bazılarıysa ortadan kaldırılmıştır. Tek tek veya toplu olarak gömülmüştür. Nehirlere atılmıştır. Dağlarda ve ormanlarda hayvanlara yem edilmiştir.
"Kaybedilmişlerdir" kısacası.
Devlet, sorgulamak veya cezalandırmak için resmî işkencecilerine teslim ettiği bu insanların ölüsünü gizleyip ailelerine karşı kollarını iki yana açarak ve gözlerini irileştirip kaşlarını kaldırarak riyakâr bir şaşkınlıkla "Vallahi nerede olduklarını bilmiyorum!" demiştir.
Alçaklık bu kadar pervasız bir düzeye inebilmiştir.
Bu ve başka nedenlerden dolayı "varken yok olan", adeta "buharlaşan" yurttaşlarımızdan geriye, kederli yakınlarının anıları ve yaşlanmayan fotoğrafları kalmıştır.
* * *
Dün 500. direniş haftasında bu fotoğraflar, ellerinde yükseldikleri insanlardan daha canlı gibiydi.
Binlerce insan o fotoğrafların sıcağında birleşti.
Direniş sadece İstanbul'da değildi; başka kentlerden, hatta başka ülkelerden de eylem haberleri ve dayanışma mesajları geldi.
Ama milyonlarca insan aldırmadı yine Cumartesi Anneleri'ne.
Birçok parti ve örgüt umursamadı.
Onca ölümün ve "kayıp vakası"nın sorumlusu olan devletin bugünkü yöneticileri de bana mısın demedi.
Onlar bugünün muhaliflerine karşı yeni önlemler almakla ve polise geniş yetkiler vermekle meşguldüler.
Devlet aynı devletti.
"En ileri demokrat" haline bile güvenip sırtını dönmeye gelmezdi...
* * *
Cumartesi Anneleri'nin dünkü en kalabalık eylemi beni aldı götürdü. 70'li ve 80'li yıllarda işkencelerden geçirilen, hayatını kaybeden gencecik arkadaşlarımı hatırladım.
Şimdi onlardan biri olmayıp da hâlâ yaşamamı, şanslı olmama bağlayan bir cümle kursam... ne kadar utanç verici olurdu...
Yüreğim bu karmaşık duygularla boğuşurken, belki rüzgârdan ya da yağmurdan nemlenen gözlerim bulanık bir görüntüye takıldı kaldı.
Tanıdık bir fotoğraftı bu. Çok tanıdık...
Öyle ki, yıllar önce ölen babamın bazı yüz hatlarını unuttum, ama bu fotoğraftaki delikanlının resmini gözüm kapalı çizebilirim.
Cemil...
* * *
Bulanık fotoğraf netleşirken önce yıllarca Cemil'in fotoğrafını tutan yaşlı eller geldi aklıma. Sonra da ellerin sahibi, efsane kadın: Berfo Ana...
105 yıllık ömrünün 30 yılı aşkın bölümünü oğlunu bekleyerek geçmişti. Evinin kapısını bile kitlememişti, belki Cemil bir gün döner diye.
"Kayıp"tı Cemil. Devlet onu 12 Eylül 1980'de gözaltına almış, sonra da "kaybetmişti".
Başkaları kadere boyun eğerken Berfo Ana kabullenmedi, direndi, mücadele etti.
Önce oğlunu canlı bulabilmek için, sonra "hiç olmazsa kemiklerine kavuşabilmek için"...
Birkaç yıl önce Başbakan Tayyip Erdoğan'la görüşmüştü.
Sonunda oğlunun öldüğü ona "resmen" açıklandı. (Öldürüldüğü demek daha uygundu.)
Ama mezarı gösterilemedi, kemikleri bile teslim edilemedi.
Zaten devletin böyle işlerle daha fazla uğraşacak vakti yoktu.
Oğlununun mezarını bulmadan ölmeyeceği sözünü vermişti Berfo Ana. Ama geçen yıl aramızdan ayrıldı. Cumartesi Anneleri'nin saflarında koskoca bir boşluk oluştu.
* * *
Berfo Ana ile ilgili iki yazı yazmıştım. Biri sağlığında, ikincisi ölümünden hemen sonra.
İlk yazı bitmek üzereyken Mikail Kırbayır'a telefon etmiştim. Cemil'in abisine. Epeyce sohbet etmiştik.
Konuşma bitmek üzereyken bana bir sürpriz yaptı. Telefonu, o sırada ömrünün son dönemini yaşayan Berfo Ana'ya uzatırken "Anne, bak, telefondaki Cemil’in arkadaşı" dediğini duydum.
Heyecanımı anlatmam zor. Biraz bu yüzden, biraz da 105 yaşında ciddi bir hastalıkla mücadele etmeye çalışan Berfo Ana'nın yorgunluğundan dolayı söylediklerinin bir kısmını anlayamadım.
Ama bir ara bana "Burada mısın?" dediğini çok iyi anlayıp hemen cevap vermiştim:
"Buradayım, Berfo Ana, buradayım. Sen de hep burada olacaksın."
* * *
Dün Cumartesi Anneleri'nin yanında binlerce kişi vardı.
Mikail de oradaydı.
Hiç göremediğim "arkadaşım" Cemil'in fotoğrafı da.
Ama Berfo Ana...
Berfo Ana...
Evet, o da oradaydı dün.
Boğuk sesi kulaklarımdaydı:
"Burada mısın?"
Buradayım, Berfo Ana, buradayım. Sen de hep burada olacaksın.
@AksayHakan