Ah, yine "açılım" lafları yayıldı ortalığa. Tanrı bizi ve ülkemizi korusun!
Bu seferki "açılım", iktidarın muhalif olarak gördüğü bazı gazeteci arkadaşlarımızı, onlara "özel muamele" yapıldığının altı çizilerek AKP seçim kampanyasının başlangıç toplantısına "dinleyici" olarak davet etmesiyle gündeme geldi.
Her zaman bu türden durumlarda olduğu gibi "gelirim" diyen de var, "gelmem" diyen de ve "kafası karışık" laflar ederek kendi içine ve dışına bakıp karar vermeye çalışanlar da.
Cevaplar arasındaki farklılıklar, biraz deneyime ve siyaseti okuma becerisine, biraz mesleğin ideal tanımıyla mevcut durum arasında zorlama ilişki kurma çabasına, biraz kişilik zaaflarına, biraz da "ne olur ne olmaz, bugünün yarını da var" korkusuna dayanıyor gibi.
Ama bunların hepsi çok doğal.
Yani baştan söyleyeyim, birileri bu davete icabet etti diye kimsenin onlara karşı protesto, boykot ve yeni bir "yetmez ama evet" türü nefret dalgası yaratmasını istemem ve desteklemem.
Sonuçta dünyanın sonu değil; giderler, bir şeyler yaparlar veya yapmaya çalışırlar, fotoğraflarda yerlerini alırlar ve dönerler. Döndükten sonra de (boşuna katılmadıklarını vurgulamak için) biraz olumlu ve elbette (bir toplantıyla görüşlerini değiştirmediklerinin altını çizmek için) epeyce olumsuz şey yazıp anlatarak durumu dengelerler. Bütün bunlar normaldir. Ve ondan sonra da hayat devam eder.
Savaş baltalarını çıkarmaya falan gerek yok!
Cuma günü saat 16.00'da basın özgürlüğünün gelmiş olmayacağı "noktasında" hep birlikte bir tecrübe daha yaşamış oluruz.
Aslında hayatımız bu kadar karanlık olmasa, ben de giden arkadaşları buradan davul zurnayla yüreklendirmek isterdim. Ve mümkün olsaydı bu işi Cahit Sıtkı Tarancı'dan destek alarak yapmayı denerdim:
"Memleket isterim, Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun. Kuşların çiçeklerin diyarı olsun. Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun. Kardeş kavgasına bir nihayet olsun."
Gel gör ki, memleket bu dileklerin çoook uzağına düştü be usta! Son 20 yıl demesek de bu 20 yılın epeyce bir bölümünde.
Gazetecilik çoktan sakıncalı bir meslek. Sansür girişimleri birbirinin peşi sıra kalemlerimizi kırmaya devam ediyor. Sonuncu yasanın daha mürekkebi kurumadı.
Sadece gazeteci değil, gözünü yükseklere çevirerek "kaşının üzerinde gözün var" diyen herkes anında içeri tıkılıyor.
Amma velakin, malum, yakında "mecburiyetten" sandığa gidilmesi lazım gelecek. Ve uzunca bir süredir hemen her şey (içerde, dışarda, ekonomide, medyada) seçimlerle ilgili olarak "dizayn ediliyor".
Bir atlatılabilse şu seçim aşaması! Ah bir salimen geçse de gitse!
Ve yine "özümüze dönsek"...
Üstelik bu seçim sonrası sıkı bir "dönüş" yapılabilirse ondan sonra belki de böyle gazeteci milletinin nazıyla, "açılım-maçılım" işleriyle uğraşmaya da hiç gerek kalmayacak.
Biz böyle filmleri çok görmedik mi arkadaşlar?
Ve mutfakta pişenin kokusu epeydir burnumuza, ne burnu, genzimize kadar gelmiyor mu?
Yine de siz bilirsiniz tabii.
"Gitmek mi zor kalmak mı zor" notalarında kaygıyla geziniyorsanız, gerçekten kolay gelsin size.
Çok katkı yaptınız buraya kadar, bundan sonra da yaparsınız, eminim; yine izleriz ve okuruz sizi.
Ama beni değilse de aranızdan kısa sürede çok net tavır alan birini bir kez daha dinleyip düşünmenizi tavsiye edebilirim son olarak.
"Ben iktidar yanlısı olmayan gazetecilerin 'davet' edilmesinin anlamlı bir strateji değişikliği falan değil, basbayağı bir pragmatizm olduğunu düşünüyorum. Yukarıda anlattığım bir siyasi iklim içinde bu toplantıya katılmamın iktidar açısından meşruiyet devşirme aracı olarak kullanılacağı kanısındayım." diyen sevgili Çiğdem Toker'in dünkü yazısını bir (daha) okuyuverin lütfen.
Savaş sadece insanların ölümü anlamına gelmiyor, ilk vurulanlar arasında gerçek de yer alıyor.
O da yaralanıyor, baskı ve işkencelerle boyut değiştiriyor ve tanınmayacak hale geliyor, nihayet ölüyor yerini yalanlara, yasaklara ve propagandaya bırakarak.
Sekiz aydır olabildiğince dikkatle izleyip yazılar ve videolarla aktarmaya çalıştığım Rusya-Ukrayna Savaşı bunu bir daha doğruladı. İlk gününden başlayarak, şu ana kadar…
Hatta ilk günden de önce, savaşın gebelik döneminde başladı bu süreç.
"Savaş çıkmayacak", "askerî operasyon düzenlenmeyecek" dendi (bu arada şu ana kadar on binlerce, kim bilir belki de 100, hatta 150 bini aşkın insanın canına mal olan kanlı saldırılara "savaş" denmesi bile yasaklandı) ama çıktı, düzenlendi.
"Seferberlik olmayacak" denmişti defalarca. Üst düzey bir yetkilinin bunu en son telaffuz etmesinin ardından 2-3 gün geçti ve o da oldu.
Yalnızca Rusya değil Ukrayna yönetimi de gerçekleri gizledi zaman zaman. En önemlisi, 8 aylık kanlı bilançoyu, yani her iki taraftan da kaç kişinin öldüğünü öğrenmek imkânsız; çünkü herkes kendi öldürdüğünü abartıp kayıplarını gizliyor.
Savaşta "kural dışı ve vahşi uygulamalar" ile ilgili o kadar çok haber geliyor ki… Anlaşılan savaş şartlarında bile insan haklarını gözetmeye çalışan Cenevre Sözleşmeleri'ni umursayan pek yok. İşkenceler, tecavüzler, yargısız infazlar gırla gidiyor.
Savaş, insanların insanlığının tüketildiği acımasız ve kanlı bir çark.
İnsanlığın yitirilmesinin sayısız çeşidi var. Biri de şovenizm, ırkçılık. Bazen uygulamasıyla, bazen sözüyle, nefesiyle…
Her ne kadar saldıran taraf Rusya olsa da, Ukrayna yöneticilerinin ve çeşitli meslek temsilcilerinin Rus edebiyatına ve sanatına yasak getirmekten "Avrupa'daki sıradan Ruslara hayatı dar etme" amaçlı girişimlerine kadar çok şey gördük ki maalesef. Rusya iktidarı da bu yolda elinden geleni ardına koymadı; en başta da ülke lideri "Ukrayna diye bir ülke ve halk yoktur, onlar da Ruslardır" diye sonraki her şeyin "mübah" olacağını düşündürdü ("Madem onlar da sizden, neden bombalıyorsunuz?" desek çok mu saf kaçar acaba?).
Bu sekiz ay içinde beni en kötü etkileyen şeylerden biri de çoktandır tanıdığım veya yeni tanıştığım Rus ve Ukraynalıların birbirlerine karşı, sadece farklı ulustan olmak, tesadüfen "karşı ülkede doğmak" dolayısıyla düşman olması, onlara hakaret ve küfürler yağdırması oldu. (Bunların içine çok iyi ve ahlaklı insanlar da var. Nasıl böyle olabilir, nasıl anında zalimleşebilirler sorusuyla çıldırmanın eşiğine geliyorum bazen.)
Kendi ülkemde on yıllardır midemi bulandıran Kürt, Ermeni, Yahudi, Arap, Türk vb. düşmanlığı yetmedi, bir de bu çıktı şimdi.
Bir kez daha gençliğimden beri milliyetçilikten ne kadar uzak durduğumu, onun bazen birkaç adımda nasıl kolaylıkla şovenizme ve ırkçılığa dönüşebildiğini, oradan da cinayetlere ve katliamlara yelken açtığını düşündüm.
Sıradan bir insanın ırkçılığı da çok kötü sonuçlara yol açabilir. Ama bazı meslekler bu bakımdan çok daha büyük bir sorumluluk terazisinde asılı durumda. En başta devlet yönetiminde olanlar (ki çoğu kez savaşı çıkaranlar onlardır), ardından bakandır, bürokrattır, komutandır, gazetecidir…
Evet, bu bakımdan en ağır yüklerden biri de gazetecilerdedir. Gerçek de yalan da onların dudaklarının ve bilgisayar tuşlarının ucundadır. Profesyonellikleri ve vicdanları ölçüsünde bu sınavları verirler… Veya veremezler. Bazen bu kanlı savaşların "sessiz katilleri" ve "azmettiricileri" arasında yer alırlar.
İktidar ne derse onu yazan ve söyleyenler rahatlıkla bu konuma gelebilir.
Bazen de "vatan, millet, bayrak" derken kanlı düşmanlık tepelerine sıçrayıverir bizim mesleğin sorumsuz temsilcileri.
Geçtiğimiz günlerde Rusya'nın resmî olarak finanse ettiği kanallardan birinde Anton Krasovski adında bir "gazeteci" bu tuzağa düşüverdi. Aslında ilk düşmesi de değildi ama bu kez ortaya saldığı koku çok daha iğrenç olduğu için yakalandı.
Rus işgaline karşı çıkan Ukraynalı çocuklardan bahsedilirken "Onları boğmak, yakmak, gebertmek lazım" türü sözleri defalarca, hırsla, nefretle telaffuz etti.
Aslında birçok sıradan insan buna takılmadı bile, savaş bu sonuçta, suçların ve ırkçılığın birçok türünün hoş görülebildiği bir ortam (zaten o "gazeteci müsveddesi" de o yüzden bu kadar rahat sallayıverdi zehirli laflarını).
Ancak tepki gösterenler oldu. İktidar safındaki bazı gazeteciler, milletvekilleri, sıradan insanlar bile "Bu kadarı da olmaz, çocukları öldürme çağrısı yapılmaz" diye isyan ettiler.
Kanalın başındaki Margarita Simonyan, Krasovski'nin kanalla anlaşmasını "askıya aldı".
İşini, ücretini ve rahat koşullarını birdenbire kaybetme riskiyle karşılaşan sözüm ona gazeteci, özür üzerine özür dilemeye başladı. "Haklı davamız (!) ile kötülüğün arasındaki sınırı siliverdim, aptallık yaptım" gibi bir şeyler geveledi.
Bazı tanınmış yandaş Rus gazeteciler ve Dışişleri Bakanlığı'nın sözcüsü Mariya Zaharova her şeye rağmen onu savunmaya devam ediyor.
Belki bir süre sonra kelimelerle anında katliam yapabilen bu adamın anlaşmasını "askıdan indirebilirler", ona tekrar görev verebilirler. Bilmiyorum ve umursamıyorum bile.
Bildiğim şey, gazeteciliğin büyük bir sorumluluk ve vicdan işi olduğu.
Özellikle de savaş, diktatörlük, baskı koşullarının egemen olduğu ortamlarda…
Hakan Aksay kimdir?Hakan Aksay, 1981'de 20 yaşında bir TKP üyesi olarak Sovyetler Birliği'ne gitti. Leningrad Devlet Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi'ni bitirdi. Brejnev, Andropov, Çernenko ve Gorbaçov iktidarları döneminde 6 yıllık kıymetli bir SSCB deneyimi kazandı. Doğu Almanya'da 1,5 yılı aşkın gazetecilik yaptıktan sonra TKP'den ayrılarak Türkiye'ye döndü. Bir yıl kadar sonra bağımsız bir gazeteci olarak Moskova'ya gitti ve 20 yıl boyunca (Yeltsin ve Putin dönemlerinde) çeşitli gazete ve TV'lerde muhabirlik ve köşe yazarlığı yaptı. Bu dönemde Türk-Rus ilişkileriyle ilgili çok sayıda proje gerçekleştirdi. Moskova'da ‘3 Haziran Nâzım Hikmet'i Anma' etkinliklerini başlattı ve 10 yıl boyunca organize etti. Dergi ve internet yayınları yaptı. Rus-Türk Araştırmaları Merkezi'nin kurucu başkanı oldu. 2009'da döndüğü Türkiye'de 11 yılı T24'te olmak üzere çeşitli medya kurumlarında çalıştı; Tele1 ve Artı TV kanallarında programlar hazırlayıp sundu; Gazete Duvar'ın Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. Gazeteciliğin yanı sıra İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde Rusya-Ukrayna danışmanı olarak çalışıyor. Türkiye'nin önde gelen Rusya ve eski Sovyet coğrafyası uzmanlarından olan ve "Puşkin madalyası" bulunan Hakan Aksay'ın Türkçe ve Rusça dört kitabı yayımlandı. |