İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu kabına sığmıyor.
Valilik yetmiyor ona, belli ki.
Hem sevimsiz işler yapıp (bkz. Gezi müdahalesi) hem de sempatik olmaya (bkz. Gezi günlerindeki kuşlu-çiçekli romantik twitleri) çalışıyor.
Hem pek çok sıkıcı işin başındaki bir devlet yetkilisi olarak amirlerinden tam not almaya, hem de halkın gözünde popüleritesini arttırmaya, PR ve sosyal medya fenomeni haline gelmeye gayret ediyor.
Hem sıradan günlük işlerini aksatmadan sürdürmeye, hem de bazen şair, bazen filozof, bazen de din alimi gibi söylemlerle entelektüel dünyaya damgasını vurmaya çabalıyor.
Bu kez de ölümü sevdiği üzerine bir "twit patlatmış".
Ertesi gün kameralar karşısında "ben asla köşeye sıkıştırılmam; hatta sizin bugün bana bunları soracağınızı da çok iyi biliyordum" edası ve gülücüğü ile ölümün doğallığı ve kutsallığı üzerine derin analizler yapıyor.
Sanırsın Arthur Schopenhauer'in ölüm üzerine bütün yazdıklarını devirmiş biri. (Hiçbir televizyoncunun, Mutlu'nun bu "ölümcül" demecini Mozart'ın Requiem'i eşliğinde haberleştirmeyi akıl edememesi ne kötü!)
Şaka bir yana (aslında - Vali'nin cin gülüşünün dışında - ortada pek şaka belirtisi de yok galiba), hayatımız ölüm haberleri eşliğinde ve Azrail ile kol kola sürüyor.
Şair ve filozof Vali, belki de - çok konuşkan olmanın kaçınılmaz sonuçlarından biri olarak - doğruyu söylüyor.
Yani temsilcisi olduğu devletin hayatı değil, ölümü sevdiğini açığa çıkarıyor.
Baksanıza halimize!
Soma'da 301 insan öldü. Recep Tayyip Erdoğan "fıtratlı" açıklamasıyla "olur böyle şeyler" demeye getirdi. Başbakanlık heyeti gidip "yerinde" biraz insan tepelediler ve döndüler.
İLO sözleşmesi yine imzalanmadı. İş kazaları açısından dünyada 3., Avrupa'da 1. ülke olmamızın üstü yine kapatıldı.
Bir şey değişti mi sizce?
Ne gezer!..
Geçen hafta Soma'daki maden ocaklarından biri sessiz sedasız açıldı.
İş kazaları demişken, alın size "asansör faciası". 10 ölüm daha!
Neler çıktı ortaya neler! Meğer bizdeki her 100 asansörden 84'ü (bazılarına göre 91'i) cangüvenliği riski taşıyormuş. (Bu arada İstanbul'un Avrupa'daki en fazla gökdelen sahibi kent olduğunu da öğrendik, başımız göğe erdi, çok şükür.)
Bir şey değişecek mi sizce?
Ne gezer!..
İşçiler ölüyor ve ölecek. Çünkü "boş yere para gitmesin; kâr düşmesin" diye önlem alın(a)mıyor. Bu yüzden de, eski bakan Erdoğan Bayraktar'ın mükemmel anlatımıyla, "sinek gibi insan ölüyor".
Gazeteler ve televizyonlar dönem dönem İstanbul depreminin yaklaştığını "hatırlatıyorlar". Bir görüşe göre, tahminen 30 bin kişi ölecekmiş!
Korkunç, değil mi?
Değil!
Korktuğumuz falan yok!
Onca deprem gördük. Son büyük deprem 1999'daydı ve 20 bine yakın kişinin hayatına mal olmuştu.
Normal bir insan, böyle bir durumda her türlü hükümetin ve yerel yönetimin öncelikli görevinin depreme karşı etkin ve kalıcı önlem almak olduğunu düşünür, değil mi?
Ama bizde "normal" olan "anormal"dir.
Medyada "yaklaşan deprem" haberi görürseniz, sanmayın ki bunun amacı sizi dikkatli olmaya yöneltmektir. Hayır, sadece "alıştırmak" içindir. Deprem olunca ve sizlerin bir kısmı ölünce, kalanlara "Şaşılacak bir şey yok, biz kaç defa demiştik ya!" demek içindir.
Ya trafik kazaları liginde hep ilk sıralarda olmamıza ne demeli? Onca ülke bu sorunu minimum boyutlara indirmişken "süper aklı" ve "pratik zekası" ile durmadan övünen Türklerin her yıl bir kasaba nüfusunu trafiğe kurban vermesinin mantıklı bir açıklaması var mı sizce?
İnsan hayatına önem vermiyoruz işte! O kadar basit! Üstelik yalnızca devlet değil, toplum da hayatı fazla önemsemiyor.
Belki de hemen herkes Vali Mutlu gibi "ölümü severek mutlu oluyor"... Olur mu olur! E zaten "bu dünyadan daha iyisini vaat eden" dinî referanslarımız da arkamızda...
Bu arada asansör felâketinin ardından Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun alelacele verdiği demece dikkat ettiniz mi? Hemen ölüleri (ve dolaylı olarak kalan yakınlarını) "ödüllendirmeye" çalıştı: "Ölenler bizim için şehit hükmündedirler!" Pardon, ama sizin "hükmünüz" ne ki, kimin şehit olup olmadığına anında karar verebiliyorsunuz?
Hayatı değil ölümü kutsamamızı, sadece trafik ve iş kazaları ile doğal felâketlere karşı yaklaşımımızla açıklamak galiba yetersiz kalıyor.
30 yıldır süren bir iç savaşın kan ve barut kokusu altında yaşıyoruz hâlâ. Ve barışı kazanmak için fazla acele etmiyoruz. Hatta bazılarımız "biraz daha savaşılmalı" görüşünde.
Ölüp duruyoruz. Ama önemli değil, doğuyoruz da.
"Üç çocuk, beş çocuk" derken sonuçta sandık başına gidecek epeyce insan çıkıyor ortaya. Varsın bir kısmı da başka sandıkların içinde toprağın altına tıkıştırılsın.
Batı'dan gelen bir yabancı Türkiye'deki ölümlerle tanışınca şaşkınlıkla şöyle demiş:
"Bizde bazen 'kazara' ölümler olur; sizin ise yaşamanız 'kazara'!"
Haksız mı yani?
Bakın, Beykoz Korusu'nda dört kadın sohbet ediyor. Veee... Hop! Bitti! Sohbet değil sadece, hayat bitti! Üçü ölüyor, biri yaralı.
Kafalarına bir ağaç düşmüş.
Ağaç neden düşmüş?
Her kafadan bir ses çıkıyor:
"Aslında orası 2007'de Orman Bakanlığı'nın izin vermemesine rağmen açılmış."
"Aslında bu facia önlenebilirmiş, ama 6 resmî kurum arasında yetki karmaşası ve iletişim sorunu varmış."
"Aslında o ağaca, mutlaka kesilmesi gerektiğine ilişkin işaret çoktan atılmış."
Aslında, aslında, aslında...
Aslında "ölümleri seviyoruz" işte, filozof Valimiz boşuna twit karalamıyor.
Sevmediğimiz şey ise hayat! Ve kurallar!..
Yine Batı'da yaşayan bir arkadaş benim araba kullanmamla alay ediyor:
"Yahu tek yön yola giriyorsun, yolun dört bir tarafına bu kadar dikkatle bakmanın ne gereği var!"
Ne diyeceksin? Nasıl anlatacaksın burada her şeyin mümkün olduğunu?
Şimdi bana ölümlerin sadece "takdiriilahi", kazaların ise tesadüfi olduğunu savunup "her yerde olur" diyen çokbilmişlerin istatistiklere ve uluslarararası kıyaslamalara bakmasını öneririm.
Yukarıda verdiğim birkaç örneğin dışında şunu da ekleyeyim: Hani Türkiye "dünya lideri" oluyor ya! Hani ekonomide dünyanın en büyük 17.'si ya (son verilerle 18.'liğe düştük bu arada)! Hani, mesela, nüfus bakımından dünyanın 16. ülkesiyiz ya!
Bırakın bu kof laflarla böbürlenmeleri! Hayatınızın nasıl olduğunuzu söyleyin siz! Yaşam kalitenizi yani! Sağlık, eğitim, gelir durumu, cinsel eşitlik, siyasi özgürlük gibi sıralamalarda Türkiye'nin kaçıncı sırada geldiğini söyleyin!
Zahmet etmeyin, ben yazayım:
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı'nın İnsani Gelişme Endeksi'nde (yani yaşam uzunluğu, okur yazar oranı, eğitim ve gelir düzeyi ölçütlerine göre) Türkiye, 186 ülke arasında 69. basamakta.
"The Economist Intelligence Unit" tarafından hazırlanan ve 80 ülkeyi kapsayan Yaşam Kalitesi Endeksi'nde (sağlık, boşanmalar, sosyal hayat, ekonomik şartlar, politik durum ve güvenlik, iklim ve coğrafya, işsizlik, siyasi özgürlükler, cinsel eşitlik konularında) ise 51. sırada geliyor.
Acaba iş kazalarında önde olmakla hayat kalitesi endekslerinde gerilerde kalmak arasında bir bağlantı var mıdır?
Sayın Valimiz'den bu konuda da "sıkı bir twit" bekliyoruz.
@AksayHakan