Artık “milletçe birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz günler” tekerlemesi geçmişteki kadar etkili değil.
Sorunlara ve yönetimin hatalarına işaret etmenin “siyaset yapmak” olarak kınanması, ilerde açılacak “kara deftere yazılacak suçlar” gibi gösterilmesi pek kolay olmayacak.
“Depremle mücadele mekanizması” ve “AFAD koordinasyonu” ile ilerleyeceği öngörülen yapı çöktü. İki kere iki dört!
En net görülen gerçeklerden biri de, “Sayın Cumhurbaşkanımız’ın talimatı doğrultusunda” sözleriyle şablonlaşan “tek adam yönetimi”ne bağlı inisiyatifsizlik ve eylemsizlik haline dayanan sistemin yanlışlığı oldu.
* * *
Trajedi tablosu, milyonların gözyaşıyla yıkanarak iyice berraklaşan gerçeği giderek daha açık ortaya koyuyor, koyacak. Belki önümüzdeki haftalarda şimdi karışık olan kafaların da çoğu aydınlanacak.
1. Türkiye en büyük doğal felaketini yaşadı.
2. Devlet bu sınavda başarılı olamadı.
3. Tepkiler – tüm tehditlere ve algı operasyonlarına karşın – giderek büyüyor.
Tepkiler en başta 14-15 milyonluk “deprem coğrafyası”ndan. Enkazdan yükselen çığlıkların soğumasının ardından tepkinin boyutları da artacağa benziyor. O coğrafyadakilerin akrabası, eşi dostu, hemşerisi derken bu “trajedi bölgesi”nin çok daha geniş bir alana, tüm ülkeye doğru yayıldığı ortada.
Acının isyan ettirdiği tüm bu kitle arasında sadece muhalif güçlerin bulunmadığının altını özellikle çizelim.
* * *
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu son günlerde kendilerine dayatılan “asla siyaset yapma” ve “her koşulda devletin arkasında saf tut” yaklaşımlarına karşı oldukça kararlı açıklamalar yaparak iddialı ve bence doğru bir hat tutturdu.
Belli ki Millet İttifakı’nın fiili lideri, seçim sürecinde zaten güç durumda olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın deprem felaketiyle birlikte iyice zorlandığını ve bir yandan propagandayla diğer yandan tehdit ve baskıları yoğunlaştırarak bir hafta öncekinden daha sert bir seçim kampanyasına gireceğini gördü ve muhalefetin buna kararlılıkla karşı çıkmazsa sahip olduğu tüm avantajlara rağmen yenileceğini anladı. Geri adım atmayacağını ortaya koymak için de birkaç kez “Gelin bizi tutuklayın” mesajıyla meydan okudu.
Selahattin Demirtaş ve Erkan Baş bu tavrı destekledi. Demirtaş şunları yazdı:
“Erdoğan gibi siyasi çıkarcılığın ustası olmuş birinin deprem felaketine, üstelik de seçimler öncesinde, siyasi çıkarını düşünmeden yaklaştığını sanmak siyaseten aptallık değilse saflıktır.”
* * *
Millet İttifakı’nın “kutsal devlet” kavramının ve “milletçe birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz günler” söyleminin etkisi altında olma ihtimali bulunduğundan kuşkulandığım (umarım yanılıyorumdur) sağ partileri galiba henüz bu çizgide değiller. Ama deprem felaketinde iktidarın başarısızlığını görüyor ve dile getiriyorlar. Muhtemelen deprem bölgesinde edindikleri izlenimler, kendi kitlelerinden gelen tepkiler ve iktidarın çeşitli manevraları sonucu şu ya da bu şekilde daha farklı ve net bir çizgiye geleceklerdir.
Herkesin eski yaklaşımlarını, siyasi ezberlerini gözden geçirmesi gereken günlerdeyiz. Yukarıda kalın harflerle yazdığımız üç madde, 6 gün öncesine göre yeni siyasi denklemlerin ileri sürülmesini gerektiriyor.
Muhalefet açısından deprem gerçeğini daha net sergileyebilmek, bölgenin yaralarını sarmak için başlatılan yaşamsal katkıları (karşılaştığı her türlü engellemeye karşın) arttırarak sürdürmek, giderek ağırlaşacak olan iktidar baskılarını cesurca göğüsleyebilmek stratejik önemde görünüyor.
* * *
Kısa süre öncesine kadar seçimlerin belirleyici faktörü ekonomi olarak gösteriliyordu. Bugün aynı ölçüde önemli ikinci bir faktör ortaya çıktı: Deprem felaketi.
Hem izlenecek tutum ve politikalar, hem de deprem konusunda topluma acilen (eskisinden çok daha kapsamlı) çözüm önerileri hazırlamak büyük önem taşıyor (sanırım artık bu, 30 Ocak’ta ilan edilen 244 sayfalık Ortak Politikalar Mutabakat Metni kadar anlamlı).
Muhalefetin temel meselelerinden biri de, kendi aralarındaki birliğin korunması. Hem altı parti arasındaki ittifakın, hem diğer muhalif güçlerle aralarındaki fiili iş birliği ortamının güçlendirilmesi.
Onun dışında deprem sonrasında aktifleşen diğer siyasal ve sosyal kesimlerden unsurlarla, sivil toplum girişimleriyle ilişkileri pekiştirmek de göz ardı edilemeyecek bir konu.
Bütün bunlara bağlı olarak, kuşkusuz, en acil görevlerden biri de, iktidarın deprem bahanesiyle seçimlerle ilgili olası manipülasyon ve erteleme/iptal girişimlerinin önüne çıkmak.
Hakan Aksay kimdir?Hakan Aksay, 1981'de 20 yaşında bir TKP üyesi olarak Sovyetler Birliği'ne gitti. Leningrad Devlet Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi'ni bitirdi. Brejnev, Andropov, Çernenko ve Gorbaçov iktidarları döneminde 6 yıllık kıymetli bir SSCB deneyimi kazandı. Doğu Almanya'da 1,5 yılı aşkın gazetecilik yaptıktan sonra TKP'den ayrılarak Türkiye'ye döndü. Bir yıl kadar sonra bağımsız bir gazeteci olarak Moskova'ya gitti ve 20 yıl boyunca (Yeltsin ve Putin dönemlerinde) çeşitli gazete ve TV'lerde muhabirlik ve köşe yazarlığı yaptı. Bu dönemde Türk-Rus ilişkileriyle ilgili çok sayıda proje gerçekleştirdi. Moskova'da ‘3 Haziran Nâzım Hikmet'i Anma' etkinliklerini başlattı ve 10 yıl boyunca organize etti. Dergi ve internet yayınları yaptı. Rus-Türk Araştırmaları Merkezi'nin kurucu başkanı oldu. 2009'da döndüğü Türkiye'de 11 yılı T24'te olmak üzere çeşitli medya kurumlarında çalıştı; Tele1 ve Artı TV kanallarında programlar hazırlayıp sundu; Gazete Duvar'ın Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. Gazeteciliğin yanı sıra İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde Rusya-Ukrayna danışmanı olarak çalışıyor. Türkiye'nin önde gelen Rusya ve eski Sovyet coğrafyası uzmanlarından olan ve "Puşkin madalyası" bulunan Hakan Aksay'ın Türkçe ve Rusça dört kitabı yayımlandı. |