O zamanlar Adana’da çocukların fazla çocukluk edecek zamanları yoktu. Erkenden büyürlerdi. En azından tavırlarıyla, sözleriyle. Erkek çocukları kısa sürede okkalı laflar etmeye alışırdı. Hoşuna gitmeyen bir davranışla karşılaşınca sözünü sakınmaz ve teraziyle tartmazlardı: - Allahsız!.. Bu, oraların sevdiği bir tepki kelimesiydi. Çocukların bile ağzındaydı. Bazen hakaret, bazen de şaka yerine geçerdi. Bir de yedeği vardı: - Kitapsız!.. Çocukluğumun geçtiği Kozan’da bu kelimelere ilk hedef olduğumda şaşırmış, anlamını çözmeye çalışmıştım. Sonra alıştım. Evde ilk kez kullandığımda babam kızmıştı. Biz “aslen oralı değildik ve bu tür anlatımlar bize uymazdı”... Birkaç yıl sonra babam beni Kuran kursuna göndermişti. Oysa aynı anda açılan resim kursuna gitmekti benim isteğim. Kırılmış, küsmüştüm. Camide geçen birkaç ders sonrası Hoca beni pek beğenmedi; doğrusu ben de onu sevmemiştim. Bir gün sorusuna bilerek istediği cevabı vermedim. Bu durumu anladı ve sopasına davrandı. Ben de bir koşu camiden fırlayıp koca çarşıdan aşağı bir depar attım. Babamla yaşadığımız kriz, annemin arabuluculuğuyla çözüldü. Bir daha Kuran kursuna da, resim kursuna da gitmedim. Camide olanları duyan bazı sınıf arkadaşlarım bu kez sırıtarak bana takılmaya başladılar:- Seni Allahsız!.. Kitapsız seni!.. Olaylar sanki beni zorla “Allahsız” yapmak ister gibiydi. * * * Ortaokula İstanbul’a geldim. Hareketlendi hayatım. Bir taraftan siyasi olaylardan etkilendim; diğer taraftan okulda liderlik taslamaya başladım. Bir süre sonra da, Hürriyet gazetesine ilk sayfa manşeti olacak kadar “anarşist öğrenci lideri” oluverdim. Bu arada din hayatımdan tümüyle çıkıp gidivermişti. O dönemin sıkı devrimcisi için ateistlik neredeyse temel şarttı. Okulda çocukça tartışmalar yapardık. Biz “Tanrı’nın olmadığını”, ötekiler “olduğunu” kanıtlamaya çalışırdı: - Peynirdeki sütü görebiliyor musun? Peki ya aklını gösterebilir misin bize?.. Yıllar geçti. Bu tartışmalar da geride kaldı. Üniversite yıllarımı geçirdiğim SSCB’de resmî ideolojinin bu boyutu üzerime iyi oturmuş gibiydi. Ateizmle yatıp kalkmaya başlamıştım. Sonra Sovyetler önce çatırdamaya başladı, ideolojik kavgalar çıktı, ardından devlet dağıldı. Artık eski olan ne varsa onu terk etmek moda sayıldı. Birçok tanıdığım ve bazı arkadaşlarım siyasi geçmişlerinin üzerine koskoca çarpılar attılar. Bu arada reddettikleri ateizmin yerinde camilere, kiliselere yer açtılar. Ben ne hiç değişmemekten yanaydım (çünkü değişmemek ve fikirlere kazık çakmak aptallıktı bana göre, üstelik durmadan okuyup yeni şeyler öğrenmeye çalışıyordum), ne de değişme süratini hızlı fırıldaklara benzetme sevdasındaydım. Her şeyi tekrar tekrar inceleyip düşünüyordum. Aklıma yatarsa tamam, yatmazsa devam… Din konusunu da defalarca düşündüm. Sadece düşünmedim, hissetmeye gayret ettim. “Dindar olmadım, ama kiliseye/camiye gittiğimde bir arınma duygusunun etkisi altında kalıyorum” diyen arkadaşlarım gibi davranabilir miyim, diye kendimi zorladım. Olmadı. Benden dindar çıkmadı. Çocukluk yıllarımdan kalma bir ses hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu: - Allahsız!.. Kitapsız!.. * * * O günlerin üzerinden bir 15-20 yıl daha geçti. Artık kendi hayatımı hiçbir siyasi örgüte, ideolojiye ve öğretiye teslim etmeme kararımı uyguluyordum. Adalet duyguma ve vicdanıma güveniyor, kendi ahlak anlayışımla ilerleyebileceğimi görüyordum. Üstelik siyasi konularda kendi duruşumun olmasını kolaylaştıran bir mesleğim vardı: Gazetecilik… Bu 15-20 yıl içinde epeyce dindar arkadaşım oldu. Onlarla hiç din konuşmadım. Tanrı’nın varlığını hiç tartışmadım. Onlara müdahale anlamına gelen hiçbir söz söylemedim. Kendime müdahale anlamına yorumladığım hiçbir söze izin vermedim. Dinleri ve mezhepleri, tarihî ve kültürel unsurlarıyla tanıyıp öğrenmeye çalıştım. Ama ibadet ve dinî yasak boyutundan da, dinî kurumlarla, din adına ortaya çıkan kişilerin açıklama ve baskılarından da hep uzak durdum. Dindar olmadım. Ama ateizmin militan konumlarını terk ettim. Ateistlerin özgürlüğünü savunsam da, kendim için doğayla, “doğaüstü” kavramlarla, hayatın sırlarıyla ilgili yaklaşımları – adı ne olursa olsun – peşinen reddetmekten vazgeçtim. (Agnostisizm mi dersiniz? Onu bile demeyin, ne olur! Onun sonundaki “-izm”den de beni koruyun.) Bugün, ilk nefesimden neredeyse yarım yüzyıl sonra, gülümseyerek hatırladığım 30-35 yıl öncesinin şakalarına ve uyarılarına (“Allahlı, bismillahlı, maşallahlı konuşmayalım, yoldaşlar!”) inat, dilimde - hem Türkçemde, hem de Rusçamda - pek çok din kökenli deyim serbest kullanımda geziyor. Ama yüreğimde inananların yüce duyguları yok. Ne var ki, şu an dağların ve çam ağaçlarının çerçevelediği mükemmel bir doğa görüntüsünün ortasında, gün batımının renkli fırça darbeleriyle büyüleyici hale getirdiği denizin kıyısında, sevdiklerim ve dostlarımla huzur içinde otururken, bugünümden duyduğum mutluluğu ve küçücük bir parçası olduğum evrene karşı bağlılığımı ifade etmek için içimden geçenleri, “şükretmek” kelimesinden daha iyi yansıtan hiçbir kavram olmadığını hissediyorum. Eski bir “Allahsız”ın dilinde “şükretmek” belki biraz eğreti durur, ama kelime yürekten geliyorsa herhalde kabul edilir. Allah tarafından olmasa bile, dostlar ve okurlar tarafından…