Nelson Mandela... Bir efsane... Ama neler yaptığını, neden bu kadar sevildiğini, nasıl dünyanın bu kadar saygısını kazandığını çok iyi bilmiyoruz. Ben de pek bilmiyorum. Dünyanın büyük bölümünde de bunun anlaşıldığını sanmıyorum.
Mandela'nın ölümüyle ilgili haberlere ve yapılan açıklamalara bakıyorum da... "Üzücü kayıp", "ulusal yas", "acılı ailesine taziye dilekleri"... Oysa ülkesinde halkı O'nu danslarla ve şarkılarla uğurluyor. Farklı bir şey hissediyorlar ve yaşıyorlar. Büyük bölümü mücadele ve çilelerle, 27 yılı hapishanede geçen 95 yıllık bir hayattan süzülen "insani bir huzur" ve "başarmışlık duygusu" var...
Mandela'nın hayatıyla, mücadelesiyle, kişisel özellikleriyle ilgili okuduğum ve öğrendiğim her şey bende aynı fikri pekiştiriyor: Ne Barack Obama, ne Vladimir Putin, ne Tayyip Erdoğan, ne de bir başkası! Galiba dünyanın en iyi lideri Nelson Mandela'ydı (birkaç gün öncesine kadar).
Türkiye gibi genelde içine kapalı ve çoğu zaman dünyayı kendinden ibaret sanan bir memlekette, uzak bir ülkenin liderinden söz etmek o kadar kolay değil. Afrika'nın ta en ucunda, dili, dini, ten rengi farklı bir halktan ve o halkın gönlünü fetheden bir adamdan bahsediyoruz.
Ölene kadar belki de sadece bir kez günlerce ilgi odağımızda olmuştu: 1992'de Atatürk Barış Ödülü'nü reddettiğinde. Kürtlere yönelik yoğun baskıların uygulandığı bir ülkede, daha önce Kenan Evren ve başka "kuşkulu" şahsiyetlere verilen ödülü almak istememiş, bunun Türkiye halkına ve Atatürk'e saygısızlık olarak algılanmaması için açıklamalar yapmıştı.
O günlerin Hürriyet Gazetesi, "Çirkin Afrikalı" manşetiyle ve Mandela'dan "zenci lider" diye söz ederek kendince "sorumlu gazetecilik" yapmaya devam ediyordu. Tıpkı Ahmet Kaya'yla ilgili "Vay şerefsiz" manşetli haberde olduğu gibi. Hürriyet gazetesinin o zamanki yöneticisi Ertuğrul Özkök, gazeteciler.com sitesine dün verdiği demeçte, bir yandan "çirkin ve zenci demek hakaret mi!" diye üste çıkıyor, diğer yandan da "o dönemin şartları" söylemine sarılıyordu.
"O dönemin şartları"... Ne kadar kullanışlı bir savunma değil mi? Gazetecisi de bunu kullanıyor, başbakanı da (2004'te, MGK'da "Cemaat" ile ilgili atılan imzalarla ilgili olduğu gibi). Mandela'nın hayatı ve mücadelesinde ise bu tür "kıvrak danslar" görülmüyordu. O, yeryüzü Tanrısı edasıyla dolaşan hatasız bir lider değildi. Tersine sık sık kusurlarıyla barışık olduğunu vurguluyordu:
"Birilerinin beni 'dünyayı sarsan' yarı Tanrı gibi gösterme çabalarından hoşlanmıyorum. İstiyorum ki, beni zaafları olan Mandela adlı biri olarak tanısınlar."
Mandela teröristti. Devlete karşı silahlı mücadele yöntemini benimsemek zorunda kalmıştı. Ve terörist sıfatının siyasi mücadeledeki güç dengesine göre yer değiştirebileceğini biliyordu. Bir ara siyasi mücadeleden vazgeçmesi halinde hapisten çıkarılabileceği mesajını kesin bir dille reddetmiş, 72 yaşında özgürlüğüne kavuşur kavuşmaz da "Silahlı mücadele şartları hâlâ gündemden çıkmadı" deme cesaretini göstermişti.
Irkçı yönetime karşı direnişin sembolü olan Mandela, özgür kaldıktan 4 yıl sonra seçmenlerin yaklaşık üçte ikisinin desteğiyle iktidara geldi. Böylesine güçlü olmasına karşın irili ufaklı bir çok partiyle ittifak kurarak onları yanına aldı; eski Devlet Başkanı Frederik Willem de Klerk'i Devlet Başkanı Yardımcısı yaptı. Balkonlardan halka seslendi mi, bilemiyorum, ama her adımıyla toplumu kucaklamaya özen gösterdi.
Sonradan o dönemi anlatırken en fazla üzerinde durduğu konulardan biri "kindar ve intikamcı olmamak"tı. Çünkü onu destekleyen çoğunluk, yıllarca baskı rejimi uygulayan beyaz azınlığa karşı sert yöntemler uygulanmasını istiyordu. Mandela kendi tutumundan taviz vermeden onlara karşı çıkıyordu:
"Ben unutmaktan yana değilim, ama affetmekten yanayım."
Kişisel iktidarını sınırsız bir şekilde güçlendirebileceği şartlar vardı. Ama O, halkın hayatını iyileştirme görevini, kendi gücüne ve "şahsi teminatına" değil, hukuka ve yasalara bağlamaya çalışıyordu.
Bugün yaklaşık 50 milyonluk ülke nüfusunun yüzde 80'i siyah derili, aşağı yukarı yüzde 10'u beyaz ve bir o kadarı da "renkliler", Hintliler ve diğer Asyalılardan oluşan Güney Afrika'da geçmişle kıyaslanmayacak kadar hoşgörülü bir siyasi iklim var. Devletin tam 11 adet resmî dili olması da (bu açıdan Güney Afrika Cumhuriyeti, Hindistan ve Bolivya'dan sonra üçüncü) bu hoşgörünün göstergelerinden.
Mandela iktidarı sevmediğini ve "koltuk bağımlısı yöneticilere inat" yalnızca bir dönem devlet başkanlığı yapacağını söylüyordu. Sözünü tuttu da. En güçlü olduğu dönemde siyasetten ayrıldı.
Ama O'nun varlığı ve saygınlığı, hem ülkesinde hem de tüm Afrika kıtasında adalet ve özgürlüğün gizli bir güvencesi gibiydi.
Mandela, ilerleyen yaşına karşın "emekli olmayı" reddediyor, çeşitli toplumsal faaliyetlerle uğraşıyordu. Oğullarından birinin hayatını kaybetmesine neden olan AIDS ile mücadele, bunlardan biriydi.
Bu arada yaşam tarzını değiştirmiyordu. Sabahları 4.30'da kalkıyor, bir saat spor yapıyor, okumaya ara vermiyor, geceleri de yatmadan Çaykovski veya Handel eşliğinde doğayı izliyordu.
Üç kez evlendi. Üçüncü evliliğini 80. doğum gününde yaptı. Evlendiği kişi, 1986'da uçak kazasında ölen eski Mozambik Devlet Başkanı Samora Machel'in dul eşi olan Graça Machel'di (belki de iki kez "first lady" olan tek kadındır). İlk evliliğinden 4, ikinci evliliğinden 2 çocuğu oldu. Torunlarının sayısı 17'ye, torunlarının çocuklarının sayısı ise 14'e ulaşmıştı.
Son dönemlerine kadar hayatı dolu dolu yaşamayı sevdiğini söylüyordu Afrika'nın efsanevi lideri. Ama kendisini "lider" ve "siyasetçi" olarak değil, "sıradan bir insan" olarak tanımlamayı tercih ediyordu:
"Ben kutsal değilim. Tekrar tekrar işinin başına dönmekten yorulmayan bir günahkârım."
Ve ekliyordu:
"Toplumu değiştirmek o kadar da zor değildir. Zor olan insanın kendi kendisini değiştirebilmesidir."
@AksayHakan