Bu yazıya birkaç kez başladım. Olmadı. Yazdıklarımı beğenmedim. Galiba çok fazla olumsuz enerji yüklüyüm.
Garip bir seçim dönemindeyiz. Hem bir kurtuluş heyecanı hissediyoruz. Hem de yok oluş tehlikesi. Duygular bir o yana savruluyor, bir öteki yana.
Televizyonlar, gazeteler, internet ciğeri beş para etmez insanların demeçleriyle dolu. O kötü kalpli ve kara vicdanlı yaratıklar, bizim aydınlık geleceğimizin önüne her gün türlü engeller çıkarmaya çalışıyorlar.
Böylelerine karşı her zaman sabırlı ve nazik olabilmek zor. Onların ahlaki hafiflikleriyle burnumuzun dibinde uçuşmalarına karşı okkalı laflar dökülüyor yüreğimizden ve dilimizden. Hepsini buraya yazsam olmaz…
Bazen iyice bunalıyorum: Ne arıyor böyle insanlar hayatımda? Sorsalar bir dakika bile onlarla olmak, onları görmek, onları duymak istemem. Hiçbir düzlemde asla böylelerini seçmem. Ama…
Hayatımı işgal edebiliyorlar her şeye karşın.
Oysa sevgi ve dostluklarıyla beslendiğim insanlarla kuşatılmak isterim. İyi kalpli yakınlarımla, arkadaşlarımla, tanıdıklarımla…
Hatta belki hiç tanıma fırsatı bulamadığım ama hayatımın kısa bir döneminde yanımdan geçip giderken ılık bir rüzgâr estirerek hafızamda yer edenlerle…
Yıllar önce yine böyle bir ruh haliyle Kafka’nın bir sözünü ve hayatımın penceresini şöyle bir aralayıp uzaklaşan birileriyle ilgili anılarımı hatırlayıp bir şeyler yazmıştım. İzninizle tekrar paylaşayım.
* * *
Hayal meyal hatırladığım kimi anılar ve insanlar var.
Ayrıntıları ve yüzleri tam çıkaramıyorum. Ama damağımda bıraktıkları tatlar şaşılacak kadar canlı.
Niye onlar “kalanlar” arasında değil de “gidenler” arasında kaldılar diye düşünüyorum.
Ve ben neden yüzlerce insanın hayatından şöyle bir geçtim gittim; niye kalıcı olmadım, olamadım?
Neden benimle hâlâ bir şeyleri paylaşanlar bunlar da geçmişte kalan yüzlerce insan değil?
* * *
Sanıyorum 15-16 yıl kadar öncesiydi... Moskova’da yaşıyordum...
Köpeğimle gezerken karşılaşırdım onunla. Arka sokaklardan birinde oturuyor olmalıydı. Uzun sarı saçları, iri yeşil gözleri ve aydınlık bir yüzü vardı. Hep kederli bakardı.
İlk haftalarda bizi fark etmiyordu sanki. Sonra etti. Önce köpeğimi. Sonra sahibini. Ama konuşma olmadı. Sadece gülümseme. Onun da çoğu köpeğimin payına düşmüştü galiba.
Sonraki aylarda ölçülü bir gülümsemeyle selamlaşır olduk. Selamı verir vermez yüzü eski kederli haline dönüyordu. Kim bilir neler düşünüyor, ne acılar çekiyordu.
Onu, hayatını giderek daha fazla merak etmeye başlamıştım. Haftada birkaç kez rastlıyorduk. Onunla tanışmamın hiç de zor olmayacağını hissediyordum. Ama bunun için girişimde bulunmadım.
Utandığımdan değil. Belki de bazen uzaktan bakmayı daha gizemli ve çekici bulduğumdan.
* * *
Bir gün şaşılacak bir şey oldu. Ben onu gördüğümde her zamanki ölçülü selamımı hazırlarken o hızla yanıma yaklaştı. Ve oğlunun yirminci doğum günü olduğunu söyledi. Ben şaşkınlığımı bastırıp kutlamayla ilgili bir cümle kurmaya çabalarken ani bir el hareketiyle beni susturdu.
Oğlu dokuz yaşında evlerinin hemen önünde bir trafik kazası sonucunda ölmüştü. Kazayı yapıp çocuğun ölümüne yol açan ise o akşam içkiyi fazla kaçıran babasıydı. Oğlunun cenaze töreninde eşi yoktu. Cezaevindeydi çünkü.
Bu acıyı unutmak için çok kent, çok ev, çok iş değiştirmişti kadın. Sonunda geçen yıl evlenerek buralara yerleşme kararı almıştı. Ama kısa süre sonra eşinin kanser olduğu ortaya çıkmıştı. Aylarca süren tedavi sonuç vermemiş ve geçen hafta onu da kaybetmişti.
* * *
Kadın, koca bir kitabı doldurabilecek kederli yaşam öyküsünü birkaç dakikada önüme boşaltıvermişti. Son cümlesi yarın buradan da taşınacağına ilişkindi. Bana başka bir şey demeden köpeğime doğru eğilip sevgiyle vedalaştı. Sonra birkaç saniye bana dikkatle baktı. O an neler düşünüp hissettiğini bilmek için ömrümün birkaç yılını verirdim. Ardından her zamanki kısa gülümseyişi eşliğinde hızla uzaklaştı.
Arkasından seslenmek istediğimde adını bilmediğimi hatırladım. Tanışmamıştık ki. Tanımadığım bir kadındı o. O da beni tanımıyor ve adımı bilmiyordu. Ama hayatını anlatmak için beni seçmişti nedense.
Bunca ay uzaktan selamlaştıktan sonra birkaç dakikalık alışılmadık bir içten sahne yaşamıştık. Sonra o, sahneyi terk edip gitmişti. Sanki hiç var olmamış gibiydi.
* * *
Onca yıl geçti aradan.
Benim hayatımda çok şey değişti. Memleketler, kentler, evler, işler, insanlar... Ben de değiştim.
Acaba adını bilmediğim o kederli kadın nerededir şimdi? Nasıldır?
Geçen zaman içinde beni hiç hatırlamış mıdır?
Bir gün karşılaşır mıyız?..
* * *
Kafka bir kitabında, geri planda kalmış insanları merak ettiğini yazar. Tiyatroda yalnızca tek bir sahnede görünen, daha önce hep o sahneyi bekleyen, sahne bittikten sonra da kaybolup giden insanların hayatını anlamaya çalışır.
Kimdir bu insanlar? Ne yapar, nasıl yaşarlar? Neler düşünür ve hissederler? Sorunları, amaçları, hayalleri nedir? Aşkları ve özlemleri var mıdır? Ya nefretleri? Kompleksleri ve korkuları?
* * *
Her gün hayatımıza şöyle bir girip çıkan insanlar kimdir?
İşyerinde uzak bir köşede oturan, okulun kantininde rastladığımız, bizimle otobüs durağında bekleyen, gittiğimiz bar ve restoranlarda gördüğümüz ama tanışmadığımız insanlar kimdir?
O sıradan insanlar gerçekten de öylesine sıradan mıdır? Aralarında çok özel olanları yok mudur?
Yakından tanışsanız iyi dost olacağınız kimse çıkmaz mı onların içinden?
* * *
Koca şehirlerde, öbek öbek insanların arasında yaşıyoruz yalnızlığımızı. Kalabalıkların içinde biz de sıradanlaşıyoruz. Her şey dev bir çarkın dişlisine dönüşüyor usulca.
Çevremizdeki sıradan insanlardan bazıları daha çok çarpıyor gözümüze zamanla. Kimisi sevgili, kimisi eş, kimisi dost oluyor bize. Özel duygular yaşıyoruz onlarla.
Bazen fazla uzun sürmüyor bu durum. Seçimlerimizde her zaman haklı çıkmıyoruz. Onlar yeniden sıradanlığa dönüyor.
* * *
Oysa hayatın önümüze kadar ittiği cımbızla tutup başka birilerini seçseydik her şey bambaşka olmaz mıydı?
İşyerinde, okulda, otobüs durağında, barda veya restorandaki sıradan insanlar arasından bulup çıkarttıklarımız farklı olsaydı? Başka sevgili, eş ve dostlarla hayatımız çok farklı renkler kazansaydı?
* * *
Çok mu geç?
Yoksa kendinize bir şans daha verme fırsatına sahip misiniz?
O halde daha dikkatli bakın hayatınıza şöyle bir girip çıkan insanlara.
Sizin tiyatronuzda yıllardır tek bir sahneyi bekleyen insanlardan hiç olmazsa birinin, sahne bittikten sonra kaybolup gitmesine izin vermeyin.
Hakan Aksay kimdir?Hakan Aksay, 1981'de 20 yaşında bir TKP üyesi olarak Sovyetler Birliği'ne gitti. Leningrad Devlet Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi'ni bitirdi. Brejnev, Andropov, Çernenko ve Gorbaçov iktidarları döneminde 6 yıllık kıymetli bir SSCB deneyimi kazandı. Doğu Almanya'da 1,5 yılı aşkın gazetecilik yaptıktan sonra TKP'den ayrılarak Türkiye'ye döndü. Bir yıl kadar sonra bağımsız bir gazeteci olarak Moskova'ya gitti ve 20 yıl boyunca (Yeltsin ve Putin dönemlerinde) çeşitli gazete ve TV'lerde muhabirlik ve köşe yazarlığı yaptı. Bu dönemde Türk-Rus ilişkileriyle ilgili çok sayıda proje gerçekleştirdi. Moskova'da ‘3 Haziran Nâzım Hikmet'i Anma' etkinliklerini başlattı ve 10 yıl boyunca organize etti. Dergi ve internet yayınları yaptı. Rus-Türk Araştırmaları Merkezi'nin kurucu başkanı oldu. 2009'da döndüğü Türkiye'de 11 yılı T24'te olmak üzere çeşitli medya kurumlarında çalıştı; Tele1 ve Artı TV kanallarında programlar hazırlayıp sundu; Gazete Duvar'ın Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. Gazeteciliğin yanı sıra İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde Rusya-Ukrayna danışmanı olarak çalışıyor. Türkiye'nin önde gelen Rusya ve eski Sovyet coğrafyası uzmanlarından olan ve "Puşkin madalyası" bulunan Hakan Aksay'ın Türkçe ve Rusça dört kitabı yayımlandı. |