Bal tutan parmağını yalar, derler.
Bizim "Yeni Türkiye"miz için bu atasözü artık çok yetersiz ve "demode" kalıyor.
Çünkü artık "vizyon" farklı; ölçüler, boyutlar, istekler, hırslar çok büyüdü.
İktidar koltuğundan akan balı tutanlar, yalnızca parmağını değil, dirseğine kadar kolunu yalıyor.
Mesele, sadece siyaset de değil.
Devir bu devir!
Yani ahlakın, vicdanın, dürüstlüğün zamanı değil.
Bulunduğun yerde ne kadar (bal) yalayabiliyorsan yala! Yanına kâr kalır.
Bizim bazı "saygıdeğer" meslektaşlarımız da, gazeteci olmanın, ya da şu ya da bu gazetenin/televizyonun az veya çok etkili bir konumunda yer almanın avantasını yemekle meşguller.
Para vermeden, sadece "kartvizit kuvvetine" bazı ürün ve hizmetlerden yararlanmanın keyfini çıkarıyorlar.
(Bu yazıda, arada "ürün" ve "hizmet" tırtıklamakla değil, bütünüyle kendi ruhunu ve mesleğini pazara çıkararak yaşayan kiralık kalemlerden bahsetmiyoruz. Onlar, mesleğimizin ayrı ve temel "hijyen" konusu, kuşkusuz...)
Hürriyet Gazetesi'nin Okur Temsilcisi Faruk Bildirici, geçenlerde gazete yazarı Onur Baştürk'ün HTC firmasının New York davetlisi olduktan sonra cep telefonuna övgüler düzen yazı yazmasını eleştirmişti. (Sanırım o yazıya ilk eleştiri bizim T24'te dile getirilmişti.)
Onur adlı gazeteci eleştiriyi "demode" bulduğunu söyleyerek reddetti. ("Demode" suçlamasında, "lansman gazeteciliği"nin "çağdaş" ve gençlerin kolayca anlayabileceği çağrışımları bağrında gizleyebileceği hissine kapıldım. Ama genç ve "çağdaş" olmadığım için anlayamadım.)
Sonra ne oldu, bilmiyorum. Sanırım hiçbir şey...
Bildirici, daha önce de (benzer gerekçeyle ve reklamda oynadıkları için) gazetenin tanınmış isimleri Cengiz Semercioğlu'nu, Ayşe Arman'ı ve Osman Müftüoğlu'nu uyarmıştı.
Sonra ne olduğunu yine bilmiyorum. Sanırım hiçbir şey...
Devran dönüyor. Ve genellikle pek ses çıkmadan/çıkarmadan ondan bir parmak, bundan iki, (bal) yalayarak geçinip gidenlerin haddi hesabı yok.
* * *
Önceki gün Sabah'ta Hıncal Uluç bir yazı yazdı. Onun yazılarını okumayı bırakmıştım. Ne zaman mı? Talihsiz bir şekilde ölen genç bir kadının, yani Defne Joy Foster'ın ardından, acımasızca "Su testisi su yolunda kırılır" diye yazmasından sonra.
Ama bu seferki yazısının başlığı ilgimi çekmişti. Güzel bir başlıktı bu: "Mesleğimizi, kendimiz ucuzlatıyoruz!.."
"İktidarın Pravdaları" arasında "amiral gemisi" haline gelmiş, Gezi direnişçilerinin cesetleri üzerinde tepinen, maden işçilerinin felaketlerini gizlemeye çalışan bir gazetede, bir köşe yazarı, galiba "gazetecilik" üzerine bir yazı yazma cüretini gösteriyordu.
Acaba?.. Acaba?..
Ama... Heyhat!
75 yaşındaki "duayen gazeteci", beleşçiliği savunmak için kaleme sarılmıştı. Yani sessizce, sinsice, arada kaynayıp giden tırtıklamaların keyfini yetersiz bularak, bağıra çağıra "avantacılığın normal olduğunu" kanıtlamak için yazıyordu.
* * *
Şöyle diyordu Hıncal Uluç:
"Bu ülkede bir takım insanlar, bir gazetecinin bir bedava yemeğe satın alınabileceğini, satılacağını düşünüp, bu mesleğe en büyük hakareti ediyorlar, öteden beri. Ben davetlere çok gittim. Çok da yazdım."
Doğruya doğru. Uluç'un restoran güzellemelerini bilmeyen azdır.
Kendisi ara sıra para verdiğini ("Hiç ödemez" diyen kötü niyetliler utansın!), ama vermeden de yediğini ve yazdığını, bunun da hiç sorun olmadığını anlatmış.
Sonra yazıya "fatura fotokopisi" koymak ve restoran sahibinden "düzmece fatura" istemekle ilgili birkaç gülünç cümle kurarak okuyanların güvenini kazanmayı denemiş.
Güven mi! Neler diyorum ben! Bu konuda kendisi pek hassas!..
"Beni okurum bilir ve tanır.. Bir yemeğe satıldığımı bilirse, zaten okumaz.. Ben kendime güvenirim, okurum bana.. Ötesinin ne diyeceği de zerre umurumda değildir. Şüphe etmeye başlayan da gider başkasını okur."
Nasıl ama? Yemek yerim, para vermem, yazı yazıp beni bedava doyuranları överim de. Ama ben ve benim gazeteciliğim bir yemeğe satılacak kadar ucuz değildir...
Bana eski Türk filmlerinden komik bir repliği hatırlattı: "Beni parayla satın alamazsınız! Hele bu paraya, asla!.."
* * *
Bununla birlikte Faruk Bildirici'den gazeteci örgütlerine, T24'ten Hıncal Uluç'a kadar herkesin görüşleriyle "gazetecilik ve beleşçilik" konusunun iyice tartışılmasına büyük ihtiyaç var.
Uluç'un şu dedikleri bile tartışmaya dahil olabilir:
"Sinema yazarları, filmleri, tiyatro yazarları oyunları bedava izliyor. Kitaplar, CD'ler yazarlara çıkar çıkmaz bedava yollanıyor. Spor yazarları maçlara bedava gidiyor. Yazılar ona göre mi yazılıyor?"
Ancak Uluç bu konunun üzerine gitmekten çok, "böyle şeyler de oluyor" diyerek bedava yemekleri soyut bir "güvenilir gazeteci" imajının ve eleştiri kaldırmaz bir özgüvenin arkasında önemsizleştirmekten yana.
Sadece yemekleri mi? Hayır! Bakın ne diyor:
"Dünyanın en ciddi gazetelerinden London Times'ın birinci sayfasında okumuştum, bir defasında tatil için gittiğimde. 'Bu telefonu bana yolladılar. Bir aydır kullanıyorum' diye başlamış ve anlatmış yazar, yeni telefonun artılarını ve eksilerini. Times okuru İngiliz'in de aklına gelmiyor, 'Avanta telefonu almış, yazıyor' demek. Yeni ürünleri, yeni servisleri tanıtmak bu mesleğin görevleri içinde çünkü."
İşte böyle! Koskoca London Times'da varsa, bizde niye olmasın?
Sahi, o gazetenin hangi tarihli sayısında kim yazmıştı o yazıyı, Sayın Uluç?
* * *
Yazıyı bitirdim, Kontrol ederken bir yerde durdum. Acaba birkaç paragraf öncesinde Hıncal Uluç'la ilgili olarak "eleştiri kaldırmaz bir özgüven"den söz ederken fazla mı abarttım ya da acımasız davrandım, diye düşündüm.
Belki de. Ama nedense kendimi buna ikna edemedim. Onun yıllardır yazdıklarından ve televizyonda söylediklerinden (aynı zamanda neleri nasıl ifade ettiğinden) edindiğim izlenim, kendisinde devasa bir ego patlaması olduğu yolunda.
24 Ocak 2010 tarihli Hürriyet'te, yine bir davetle (HSBC'nin Londra daveti) birlikte seyahat gerçekleştiren Hıncal Uluç, Mehmet Yılmaz ve Metin Münir ile Ayşe Arman'ın yaptığı ilginç bir söyleşi yayımlanmıştı.
O söyleşide Mehmet Yılmaz'ın neşeli, belki biraz havalı, ama zekice cevapları ile Metin Münir'in yalın, gerçekçi ve inandırıcı sözlerinin yanında Hıncal Uluç'un cümleleri pek bir "tanrısal" kaçıyordu.
O uzun söyleşiden kısa bir bölüm derledim. Buyurun:
AA: Sizin de hoşlandığınız güzel, zeki, komik ve cesur bir kadın diyor ki size, “Önce yemek yiyeceğiz, sonra sevişeceğiz...”
MY: Oluuur. Aksini söylemem mümkün değil. (...)
MM: O güzel bir kadın beni, ben bir başkasıyla birlikteyken çağırıyorsa... Ne yazık ki Mehmet kadar cesur olamam... Gidemem.
HU: Ben böyle teklifleri hep reddettim. (...) Ben bir kadınla sevişeceksem spontane olmalı...
AA: Çok iyi yaparım dediğiniz şeyler?
MM: Çok iyi uyurum, çok iyi tembellik ederim ve çok iyi dağ-tepe dolaşırım.
HU: Çok iyi yazı yazarım, çok iyi konuşurum, çok iyi ikna ederim.
MY: Çok iyi yemek yaparım, çok iyi içki içerim, çok iyi kur yaparım.
AA: Gerçekten bencilim diyeceğiniz bir şey...
MM: Ne yazık ki böyle bir şey yok. İsterdim. Ama ben çok iyi bencil olamıyorum, kendim için yaşayamıyorum...
MY: Benden önce gazetelerin okunmasından hoşlanmam. Açılmış gazete sevmem...
HU: Adım ve gururum. Bu ikisiyle ilgili gerçekten çok bencilim.
AA: Nasıl yani?
MY: Ayşecim, hâlâ anlamadın mı? Hıncal Abi’nin varlığı, bencillik üzerine kurulmuş.
HU: Kim ne derse desin... Adım ve gururum için her şeyi feda edebilirim.
AA: Neyi ciddiye alırsınız hayatta?
MM: Her şeyi.
MY: Hiçbir şeyi.
HU: Kendimi ciddiye alıyorum.
AA: İsminizin baş harflerinin işli olduğu bir gömlek giyer misiniz?
HU: Hepsi öyle.
MY: Gençken bir heves giymiştim, sonra tuhafıma gitmeye başladı.
MM: Hayatta giymem.
AA: Ustanız kim?
MM: Benimki Nick Ladington.
MY: Mehmet Ali Kışlalı.
HU: Mehmet Ali Kışlalı.
AA: Ustanızı geçtiniz mi?
MM: Hayır.
MY: Hayır. (...) Hem zaten o benim Mehmet Ali Abim, onu nasıl geçebilirim, geçmiş olsam bile nasıl söyleyebilirim?
HU: Ben geçtim.
@AksayHakan