En son demem gerekeni öne alarak başlayayım:
"Kabataş saldırısı" yakın tarihimizin en büyük yalanıdır. Ve galiba bu yalan uzun süre can çekişse de, ömrünü ancak AKP'nin iktidarı kaybetmesiyle dolduracaktır.
"Kabataş" çok tehlikeli bir provokasyondu. Gezi sürecinde gerginliğin arttırılmasında ve can kayıpları da içinde yaşadığımız ağır sonuçlarda payı vardı. Potansiyel olarak çok daha kötü ve kanlı sonuçlara yol açabilecek bir yalandı.
Bu açıdan er veya geç "halkın bir kesiminin, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik edilmesi" ile ilgili (TCK'nın 216. Maddesi) bir dava açılmasının ve suçluların hesap vermesinin gerektiğine inanıyorum.
Bu tür kirli siyasi teknolojilerin kullanıldığı 6-7 Eylül Olayları'nın, Maraş Katliamı'nın, Sivas (Madımak) Katliamı'nın ve öteki provokasyonların hesabı maalesef sorulamadı. Ama "Kabataş"ın sorumlularının tek tek ortaya çıkarılması mümkündür ve umarım bu gerçekleşir.
"Kabataş" tek bir kişi üzerinden yapılacak sıradan bir gevezelik değildir. Pardon deyip geçiştirilecek bir mesele de değildir. Bu yalanın provokatif önemine uygun olmayan bütün yazılı ve sözlü ifadeler tatmin edicilikten uzak kalmaya mahkûmdur.
Gezi Parkı olaylarının başlamasından birkaç gün sonra, 1 Haziran 2013'te yaşandığı iddia edilen "Kabataş saldırısı", iktidarın en tepesinden seslendirilip yaygınlaştırıldı. Büyük bir propogandif abanmaya girişildi, akıllara ve yüreklere sürekli yalan pompalandı. Öylesine güçlü ve organize bir ataktı ki bu, milyonlarca insanın en azından "acaba?.." demesi sağlandı.
Bu sistematik kampanyaya bilerek (yani "görev gereği", dolayısıyla "para karşılığı") olduğu gibi, bilmeden ve istemeden katılan ya da kampanyanın ağına takılan gazeteciler de oldu. Arşivlere kısaca göz atmak yeterli, hemen bazı isimler öne çıkıyor:
Elif Çakır, Hilal Kaplan, İsmet Berkan, Balçiçek İlter, Nihal Bengisu Karaca, Abdülkadir Selvi, Halime Kökçe, Eyüp Can, Mehmet Metiner, Mustafa Akyol, Rasim Ozan Kütahyalı, Meryem Gayberi, Mustafa Karaalioğlu, Aslı Aydıntaşbaş...
Elbette birbirinden çok farklı isimler. O zamanlar "Saldırıların görüntüleri elimizde" dedikten sonra şimdi bir türlü ortaya çıkmayan o görüntüleri de "paralel yapı"nın sırtına yükleyip İsmet Berkan'a "Kalemini kır!" çağrısı yaparak olaydan sıyrılmaya çalışan Mehmet Metiner ile hatasından dolayı özür dileyen Balçiçek İlter'in Kabataş'la ilgili aynı dürtülerle davrandıklarını sanmıyorum. Zaten niyetim, kim görev duygusuyla ve şevkle yalana hizmet etti, kim kullanıldı konusuna girmek de değil.
Şunu söyleyeyim: Bugün "Kabataş yalanı" adına sadece İsmet Berkan'ı tartışmaktan yana olanlardan değilim.
Ama Berkan'ın tavrının ve "özeleştirisinin" de ele alınması gerektiğini düşünüyorum.
Bununla birlikte aynı tutumu sergileyen farklı siyasi çevrelerden ve arkadaş gruplarından iki kişiden birine sonuna kadar hesap sorulurken ötekisine karşı "iyi hal indirimi" uygulayan yargıç rolüne talip olunmasının da tutarlılık sayılamayacağı kanısındayım.
Hürriyet Gazetesi Okur Temsilcisi Faruk Bildirici pazartesi günü "Kabataş" konusunda İsmet Berkan'ın hata yaptığını kabul etmesine rağmen okuyucu tepkilerinin dinmediğini belirtmiş ve kendisini özür dilemeye çağırmıştı.
Salı günü Berkan'dan özür yazısı geldi. Ama tepkiler dinmedi, tersine şiddetlendi.
Üstelik tepkiler geniş bir yelpazeden geliyor. Yukarıda sözünü ettiğim Metiner'in "kıvrak çıkışı" da, salı günü A Haber'de konuşan Haber X Yayın Yönetmeni Cemil Barlas'ın suçlaması da, dünkü Takvim Gazetesi'nde Ekrem Kızıltaş'ın "İsmet Berkan kimden özür diledi?.." başlıklı köşe yazısı da (son ikisi de "Kabataş senaryosu"nun baş kahramanı Zehra Develioğlu'nu savunmayı başa alıyorlar) aynı yelpazenin içinde. Öteki tüm kanıt(sızlık)ların yanı sıra, 13 Şubat 2015'te Kanal D'nin yayımladığı görüntüleri de es geçmeyi denedikleri için onları bir kenara bırakalım.
Kısaca hatırlatalım: Berkan 12 Haziran 2013'te twitter hesabından önce "Çok ama çok acı bir öykü... maalesef gerçek..." demiş, ardından "mobese görüntüleri dahil pek çok şey var, savunulur tarafı olmayan bir olay" yorumunu yapmış, görüntüleri izleyip izlemediği sorusuna ise "evet" cevabını vermişti.
Aradan epeyce zaman geçti.
6 Şubat 2014'te CNN TÜRK'te Enver Aysever’in programına katılan Berkan, Kabataş'la ilgili sorulara muhatap olmaktan ve eleştirilmekten oldukça rahatsız bir yüz ifadesi ve vücut dili sergilemişti. Attığı tweetleri kısmen revize etmeye ve olayı kapatmaya çalışan Berkan, bununla birlikte "açıklamayı doğru bulmadığı bir haber kaynağına göre" konuşurken "itilen ve devrilen bir çocuk arabası"ndan söz etmişti.
Berkan'ın o tweetleri nasıl bir ortamda, hangi haber kaynağına güvenerek yazdığı ve aylar sonra - şimdiye kadar kanıtlanamamış olan - devrilen çocuk arabasından neden bahsettiği hâlâ birer soru işareti. Kendisi de bu soru işaretlerini kaldırmak için açık bir çaba harcamıyor gibi.
Salı günkü yazıyı "gecikmiş bir özür" olarak değerlendirenlere katılmak doğrusu zor. Çünkü Berkan daha önce birkaç kez kendince özeleştiri yapmıştı. 15 Şubat 2014'te Hürriyet'teki köşesine koyduğu "Kısa bir açıklama" başlıklı not da, 24 Haziran 2014'te T24'ün sorularını cevaplarken söyledikleri de buna örnek.
Burada sorun sanırım Berkan'ın özeleştiri yapmaktan kaçınması değil, tatmin edici bir özeleştiri yapmayı becerememesi.
Ben Berkan'ın bütün özeleştiri denemelerinde CNN TÜRK'teki sıkıntılı ve olayı bir an önce kapatmaya eğilimli yüz ifadesini görüyorum.
Bir taraftan kendi tutumunun sorunlu olduğunu hisseden ve bundan rahatsız olan, ama diğer taraftan "genel tablo içinde" başka olumsuzlukları öne çıkarmaya eğilimli ve isabetsiz bir özür tarzına yönelirse bunun kendisi için çok kötü sonuçlar verebileceğinden çekinen bir ruh hali...
Belki de Berkan'ı bütünüyle haksız çıkarmayacak bir "piyasamız" var. Genel olarak Türkiye'de ve bu arada medyamızdaki "özeleştiri" kurumununun cılızlığından bahsediyorum. Bizde kimse özeleştiri yapana "bravo!" demiyor, tersine genellikle "ben söylemiştim, sen de kabul ediyorsun işte, böylesin, hatta daha da kötüsün" yaklaşımıyla özeleştiri yapanın mezarı kazılıyor. Onun için de çoğunluk, derin bir özeleştiri yapmaktan öcü gibi korkuyor.
Ama durumun böyle olması, Berkan'ı kurtarmaya yetmiyor.
Çünkü o, Gezi sürecinde kilit önem taşıyan bir manipülasyon girişiminde, yaygın deyişle, "algı operasyonu"nda önemli bir rol oynadı. Ve bunun ne kadar kritik ve riskli bir mesele olduğunu yazının başında belirttim.
Ortada insan hayatları var, tehlikeli bir provokasyon var. Öyle "Ne olduysa oldu, ben geçtim orayı çoktan… Bu önemsediğim bir konu değil. İki tane tweet attım sonuçta" deyip geçmek yeterli olmuyor. Özür yazısında kullanılan "vahim bir gazetecilik hatası yapmış, bir haberi yayınlamak duyurmak için yeterli kontrol sürecini uygulamamıştım" anlatımı olan biteni karşılamıyor.
Bir gazeteciyi olmayan bir mobese görüntüsünü izlediğini söylemeye ve gerçek yerine yalanın yanında saf tutmaya iten şartlar nedir; herkesin merak ettiği bu!
Ve Berkan hem bunu açıklamadığı, hem de sözleriyle ve üslubuyla karşı tarafa "tamam ya, pardon dedim işte, geçelim bu olayı" vurgusunu dayattığı için yeterince içten ve inandırıcı bulunmuyor.
Medyamız, halkın güven duymadığı, çıkarcılığın cirit attığı, herkesin gözünün içine bakarak yalan söylemenin olağan sayıldığı ve kimsenin hatalarının hesabının sorulabileceğini düşünmediği kokuşmuş bir kurum haline geldi.
Ancak buna karşı çıkan yayınlar ve gazeteciler de var.
Dürüst, adaletli, dinamik, eleştiriye ve özeleştiriye açık, meslek ilkelerine bağlı, gerçeğe sadık bir gazeteciliğe ihtiyacımız var.
Bu yolda her bir deneyimden ders çıkarmalıyız.
"Kabataş yalanı" ve bu provokasyonda gazetecilerin sergiledikleri tutumlar da medya tarihimizde eşsiz örnekler olmuştur.
İsmet Berkan da bu deneyimin bir parçasıdır. Bundan ötesi değil.
Sevsek de sevmesek de Berkan'ın linç edilmesinden gazeteciliğimiz adına bir kazanç sağlayamayız. Ayrıca gazetecilik gerçekten çok riskli bir meslek. Hatadan kaçınmak neredeyse imkânsız. Bunu bugün başkalarını acımasızca eleştirenlerin, kendi geçmişlerini ve geleceklerini de unutmamaları gerektiğini vurgulamak için yazıyorum.
Dahası "Berkan gazeteciliği bırakmalıdır" veya "Hürriyet'ten atılmalıdır", hatta "sokağa bile çıkmaktan utanmalıdır" türünden "kelle isteyen" yaklaşımları da paylaşmıyorum.
Eminim ki, en ciddi yanlışları yapanların bile bir gün en büyük acıyı duyacakları an, aynada görecekleri görüntülerinde gizlidir.
@AksayHakan