Kenya'dayız. Hint Okyanusu kıyısında, bambaşka bir dünyadayız; sanki doğanın teknolojiye henüz yenilmediği farklı bir zaman dilimindeyiz.
Otelimiz türlü bitkilerle ve dev ağaçlarla çevrilmiş. Küçücük maymunlar ağaç dallarından sallanıp atlayarak rahatlıkla balkonlarımıza çıkarma yapabiliyorlar. Yiyecek adına bir şey bıraktıysan balkonun anında talan ediliyor. Hatta kurusun diye astığın gömlek, mayo, ne varsa maymunlarca sıkı bir kontrolden geçirilip yerlere atılabiliyor. Bütün bunları izlemek büyük keyif. Özellikle de balkon senin değilse.
Birçok hayvanın yaşadığı dev bir doğal parka gidiyoruz. Rehberimiz uyarıyor:
"Buradaki maymunlar oteldekilerden daha vahşidir. Üstelik AIDS virüsü taşıdıkları söylenir. Dikkatli olun!"
Onu birkaç adım geriden tecrübeye dayanan bir alaycılıkla dinleyen yerli delikanlı, az sonra gülümseyerek maymunları beslememiz için muz öneriyor. "Tehlikeli olmaz mı?", diye soruyorum. Gülümsemenin dozunu arttırarak vücut diliyle sessizce bir mesaj veriyor. "Boş ver!" mi, "ölümden öte köy yok" mu?.. İkiletmeden muzları alıyorum.
Rusya'dan gelen 40 kişilik bir grubuz. Çoğunluğu oluşturan kadınlar, benim dışımdaki 4-5 erkeği "muzla sınav verme" konusunda yüreklendiriyorlar. İri kıyım Rus arkadaşlar, kendi aralarında "AIDS'li mırıltılar" çıkararak geri çekiliyorlar.
Maymunlar aniden atağa kalkıyor. Ve benim kafamdaki şemaya göre, birer birer çıkarıp hayvan beslemenin zevkine varmak için kullanacağım muzlara hızla el koyuyorlar. Bunu yaparken kimisi omzuma tünüyor, kimisi şortumun paçasında sallanıyor, dallardan "tarzanvari" uçarken beni "saniyelik transit geçiş noktası" olarak görenler de var.
Ben o an hiç kıpırdamamak gerektiğini, yoksa "AIDS'li maymun ayakları"nı daha bir etimde hissedebileceğimi düşünüyorum. Döktüğüm ter sadece Kenya güneşinden değil, korkumdan.
Kadın alkışları, sınavın bitiş zili yerine geçiyor. Çoğu uzaktan gülerek bakıyor, birkaçı ellerinde fotoğraf makinesiyle yanı başımda. Grubumuzun şefi olan teyze neşeyle sesleniyor: "Umarım hastalanmazsın. Kutlarım, harika bir anı oldu. Ben hiç de erkeklerimiz gibi düşünmüyorum."
Bakıyorum, omzumda ve bacağımda kan akıtmayan birkaç kızarıklık oluşmuş. Yani yaşama şansım var. Eh, kutlama da iyi!.. Peki, şu Rus erkeklerin düşüncesi neymiş acaba?
Kırılmamdan korkarak kibarca aktarmaya çalışıyor: "Başarısının sırrı, herhalde Türklerin bize göre maymuna daha çok benzemesindedir" demişler.
Gülüyorum. Zaten hepimiz maymunlara benzemiyoruz mu? Kimimiz az, kimimiz çok... Onlara bu kadar yoğun ilgi duymamızın temelinde, aramızdaki "akrabalık bağları"ndan doğan merak yatmıyor mu?
* * *
Milyonlarca insanımızın, uğrunda yıllarını ve en güçlü duygularını cömertçe harcadığı futbolumuzda bir "muz" ve "ırkçılık" tartışmasıdır gidiyor.
Fenerbahçe-Galatasaray maçında bazı seyirciler, siyah derili futbolculara bağırarak muz sallıyorlar. Olay sonradan büyüyor. Haberler, fotoğraflar, barkovizyon görüntüleri ve özellikle de konuşmalar, benim gibi futboldan uzak insanların bile ilgisini çekecek ve güldürecek cinsten (malum, gülmek, bazen sinirlenmenin önündeki son engeldir).
Meselenin akıldan ve halka saygıdan en yoksun bölümleri, "muzlu eylemciler"in herkesin gözünün içine bakarak yemin billah yaptıkları açıklamalar:
- Midemde sindirim sorunu var. Doktor sık sık muz yememi tavsiye etti. Tam yemek üzereyken Muslera'nın hareketine tepki gösterdim...
- Elimde muz değil başka bir şey olsaydı, onu sallardım. Efendim, muz hakaret miymiş?..
- Muz göstermek ırkçılık anlamına mı geliyormuş? Allah Allah, hiç bilmiyordum!..
- Muzu maçı izlemeye gelmiş bir "amca"dan ikram olarak aldım. Ona da Almanya'dan gelmiş...
- Ben zenci düşmanı değilim. Hem benim "siyahi" arkadaşlarım da var...
- Asla ırkçılık yapmadım. Irkçılık benim kültürümde yoktur...
- Ben bir taraftarım, ama şerefsiz değilim!..
- Üzerime gelmeyin; muzu Eboue ya da Drogba'ya gösterdiğimi kanıtlayın, intihar edeyim!..
Kendimi güçlükle kontrol etmeye çalışarak bu cümlelerin sahipleri ve onlara bu "süper akılları verenler" hakkında içimden gelenleri burada yazmayacağım. Sadece bunun, ülkemizde oldukça yaygın sayılabilecek, ahlaktan ve vicdandan yoksun olup her zaman başkalarını aldatmaya, kendisini türlü kurnazlıklarla ve "kelime ishaliyle" başkalarından üstün göstermeye alışmış tipik bir "uyanıklık vatandaş" öyküsü olduğunu belirtmekle yetineceğim.
Ayrıca bu taraftarların hangi takımdan olduklarının pek önemi yok. Çünkü her takımın cengâverleri arasında böyleleri var. Dahası, benzeri yaklaşımlar futbolcular arasında da görülebiliyor. Bir adım daha ileri giderek konunun ırkçılıkla ilgili boyutunun, yalnızca Türkiye'nin değil, daha birçok ülkenin sorunu olduğunun da altını çizelim.
* * *
Bu olay, "spor camiası"nın da, tıpkı siyaset dünyası gibi gevezelik ve sahtekârlıklarla dolu olduğunu sergilemesinin dışında, toplumdaki ırkçılık ve benzeri eğilimleri gündeme sürmesi açısından da öğretici oldu.
Bazı futbolseverler, yorumcular ve kulüp yöneticileri, yukarıda kalın harflerde yazılan cümlelerden birini durmadan tekrarlıyorlar:
- Irkçılık bizim kültürümüzde yoktur...
Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç, bunu, karizmasına yakışan bir tarzda ifade etmiş:
"Bu toplumun haritasında, medeniyet ve kültürel kodlarında, ırkçılık kavramının yeri yok!"
Kulağa hoş geliyor. Gerçekten de Türkler, siyahi veya zenci insanlara karşı ırkçı tepkiler veren bir ulus sayılmıyor. (Siyah kelimesi Farsça, zenci kelimesi ise Arapça - zenc - kökenli; birçok ülkede köleliği çağrıştıran "negro" kelimesi bizde genellikle zenci olarak çevriliyor.)
Her ne kadar İzmir'de kurulu Afrikalılar ile Dayanışma ve Kültür Derneği'nin Başkanı Mustafa Olpak, Türkiye'de 3 milyon kadar Afrika kökenli insan olduğunu savunsa da, pek çoğumuz, eski Türk filmlerindeki (Tevfik Gelenbe tarafından canlandırılan) "bacı/dadı kalfa" tiplemelerinin ve Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın Gulyabani romanındaki zenci Ruşen Dadı'nın dışında "Afrikalı Türk" tanımaz gibiyiz.
Afrika'da veya Amerika'da olduğunu bildiğimiz siyahi insanlara karşı da "ırkçılık belirtileri" gösterecek halimiz yok... gibiydi, ama "ithal futbolcular" sayesinde bu yeteneğimizi de kanıtlama fırsatı bulduk işte!
Burada mesele, sadece siyah derililere karşı olmak değil. Bilinç altımıza yerleşen öyle ayrımcılık biçimleri var ki! Az mı duyduk "Kürt olmasına rağmen iyi adamdır" türü "kuşkulu iltifatlar"ı? Başbakan Tayyip Erdoğan'ın ünlü "Ne Yahudiliğimiz, ne Ermeniliğimiz, ne de, affedersiniz, Rumluğumuz kaldı" sözleri de hâlâ hafızamızda.
Ve ülkemizdeki yabancıları kendimize benzetme, "Türkleştirme", "Müslümanlaştırma" çabalarımız hiç de o kadar masum değil.
Irkçılık, şovenizm ve milliyetçilik kavramları, bazen etnik gerginlik basamakları arasında birbirine sanıldığından çok daha yakın durabiliyor.
Madem bir futbol maçı sırasında sallanan muzlar, gündemimizi aynı maç sonrası bir gencin hayatını kaybetmesinden ve o günlerde yaşanıp 50'den fazla insanın yaşamına mal olan terör eyleminden daha fazla meşgul ediyor, o halde bu konuların üzerine de cesaretle gidebilmeliyiz.
Yoksa papağan gibi "Allahtan bizim kültürümüzde ırkçılık falan yoktur" diye tekrarlayıp da gerisine bakmamak ve eleştirilere kulak vermemek, benim aklıma, nedense genellikle "uzak akrabalarımız"la görüntülenen bir tabloyu getiriyor:
- Duymadım, görmedim, konuşmadım!..