Mutluluk, insanların en fazla üzerinde durdukları ve anlamakta en çok zorlandıkları kavramlardan biri. Birçoklarına göre, hayatın temel amacı. İnsanların farklı biçimlerde algılayıp bambaşka yollardan geçerek aradıkları bir amaç.
Peki, entelektüel çabanın mutlulukla nasıl bir ilişkisi var? Okumak, yazmak, üslup, düşünmek gibi konularda, daha 19. Yüzyıl’ın ortalarında yazılmış olan bir kitap bugün bize yardımcı olabilir mi? Arthur Schopenhauer’in “Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine” isimli kitabından söz ediyorum. Kitabı okurken, yazarını gözümde çok akıllı ve dikkatli, ama aksi ve karamsar bir ihtiyar olarak canlandırdım. Ve kitap bittikten sonra aniden karşıma çıkıp anlayıp anlamadığımı sorar ve “Demedim mi? Anlamıyorsunuz işte!” türü bir bakışla sessizce arkasına döner gider diye, birçok satırda çift dikiş yaptım.
Ve bu ünlü Alman filozofunun tam olarak katılmadığım veya aşırı sert bulduğum bazı yargılarını bile oldukça öğretici buldum. Bazen “Keşke eserin aslını okuyacak Almancam olsaydı” diye hayıflandım.
* * *
Ne diyorduk? Ha, mutluluk meselesi… Eser, tercümede büyük titizlik gösteren (hatta bazen bu konuda aşırıya kaçtığı izlenimi uyandıran) Ahmet Aydoğan’ın kitabın neredeyse beşte birini kaplayan sunuş yazısını saymazsak, “İnsan mutluluğunun iki temel düşmanı: ıstırap ve can sıkıntısı” adlı bölümle ve şu çarpıcı saptamayla başlıyor:
“En genel gözlem bize insan mutluluğunun iki temel düşmanının ıstırap ve can sıkıntısı olduğunu gösterir. Daha ileri gidip, birinden yakamızı sıyıracak kadar talihli olma ayrıcalığımızın düzeyinin bizi diğerine yaklaştırdığını söyleyebiliriz. (…) İhtiyaç içerisinde bulunmak ve yoksunluk ıstırap üretir; buna karşılık eğer bir insan sahip olması gerekenlerden daha fazlasına malikse bu sefer de yakasını can sıkıntısına kaptırır.
Akıllı adam her şeyden evvel ıstıraptan ve tacizden [harici sıkıntıdan] azâde olmak için çabalayacak, sessizliği ve boş vakti, dolayısıyla mümkün olan en az sayıda beklenmedik ve tehlikeli karşılaşma ile birlikte sakin, mütevazı bir hayatı arayacaktır; ve böylelikle sözüm ona hemcinsleriyle çok az bir ortak tecrübeyi paylaştıktan sonra, münzeviyane bir hayatı tercih edecektir, hatta eğer büyük bir ruha sahipse büsbütün yalnızlığı seçecektir. Çünkü bir insan ne kadar kendi kendisine yeterse, başka insanlara o denli daha az gereksinim duyacaktır, haddizatında başka insanlar da ona o kadar az tahammül edebilecektir. Yüksek bir zihin düzeyinin bir insanı toplum dışına itebilmesinin nedeni budur. Doğrudur, eğer zihnin niteliği nicelikle telafi edebilseydi, bu insanların büyük dünyasında bile yaşama zahmetine değerdi; fakat şükür ki yüz tane ahmak bir araya gelse bir tane akıllı adam etmez.
(…) Sıradan insan, hayatının mutluluğunu kendi dışındaki şeylere, mala mülke, şana şöhrete, kadın ve çocuklara, dostlara, cemiyete ve benzerine bağlar; dolayısıyla bunları kaybettiğinde hayal kırıklığına uğrar ve mutluluğunun temeli çöker. Bir başka deyişle onun çekim merkezi kendi dışındadır; her heves ve arzuya bağlı olarak bu mütemadiyen yerini değiştirir.
(…) Büyük zihinsel yetenekler, sahibini başka insanlara ve onların yaptıklarına yabancılaştırma eğilimi içerisindedir; çünkü bir insan ne kadar kendisine ve kendisinde olana sahipse başkalarında o kadar az şey bulabilecektir; ve onların haz duydukları yüzlerce şey ona yavan ve yüzeysel gelecektir.”
Sıradan insanların zamanı nasıl harcayacağını düşündüğünü, üstün yeteneklilerin ise onu kullanmaya çalıştığını savunan Schopenhauer, Aristotales'in yaklaşımını paylaştığını vurguluyor: “Mutlu olmak kendi kendine yeter olmak demektir.”
Bunun için de insanın maddi zenginliklere değil, bilgelik ve özgürlüğe ihtiyacı vardır. Schopenhauer’e göre, “serbest zamanda istediğini yapabilmek en büyük mutluluk kaynaklarından biridir”.
* * *
Kitabın ikinci bölümü “Okumak ve kitaplar üzerine” başlığını taşıyor. Okumanın öneminin altına çizen yazar, ne okumak (ve özellikle ne okumamak) konusunda bizi sayfalarca uyarıyor.
“Fakat okurken zihnimiz aslında başka birisinin oyun alanından başka bir şey değildir. Ve dolayısıyla öyle olur ki çok fazla -yani neredeyse bütün gün- okuyan ve arada düşünmeksizin geçirilen eğlence yahut meşgale ile kendisini eğlendiren kimse, yavaş yavaş kendi kendine düşünme yeteneğini kaybeder, tıpkı at üstünden inmeyen bir adamın sonunda yürümeyi unutması gibi. Birçok eğitimli insanın durumu bundan pek farklı değildir: Okumak kendilerini ahmaklaştırır. (…) Sürekli yiyerek bir kimse midesini bozar ve böylelikle bütün bedenine zarar verirse, zihin de düşünce malzemesiyle lüzumundan fazla beslenerek boğulabilir.”
“Eski klasik yazarların eserleri kadar zihni eğlendiren başka bir şey yoktur denebilir. Sadece yarım saatliğine bile olsa insan eline alır almaz, derhal soluklanıp ferahlar, arınır, ruhça yücelir ve dinçleşir, tıpkı bir dağ gölünün karşısındaymış ve ciğerlerinizi temiz havayla dolduruyormuş gibi.”
Schopenhauer’in oldukça iddialı, bazen de sert yaklaşımlarıyla dolu satırlarında edebiyatın da sıkı bir analizi var. Olmayan ise, kalitesiz kitaba tahammül.
“Dünyada kitaplardan daha tuhaf satış metalarına rastlamak galiba imkânsızdır: Anlamayan kimseler tarafından basılır, anlamayan kimseler tarafından satılır, anlamayan kimseler tarafından okunulur, hatta tetkik ve tenkit edilir; ve şimdilerde artık onları anlamayacak kimseler tarafından kaleme alınmaktadır.”
* * *
Üçüncü bölüm “Yazarlık ve üslup üzerine”, yazarlara ve yazmak isteyenlere yönelik önemli uyarı ve önerilerle dolu.
Yazar olan veya olmak isteyen kimsenin mutlaka yeni bir düşünce veya tecrübe ortaya koyması gerektiğini söyleyen Schopenhauer, yazarları şöyle ele alıyor:
“Her şeyden evvel iki tür yazar vardır: Sırf ele aldığı konu için yazanlar ve sadece yazmak için yazanlar. Birinci tür, kendisine, insanlarla paylaşılmaya değer görünen düşüncelere yahut tecrübelere sahiptir, ikinci türdekiler ise paraya ihtiyaç duyar ve dolayısıyla esasen para için yazarlar. Onlar yazmak için düşünürler ve düşüncelerini eğip bükerek uzattıkça uzatmalarıyla kendilerini ele verirler. (...) Doğrusunu söylemek gerekirse, yazar sayfayı doldurmak için yazmaya yeltenir yeltenmez okuru aldatmaya başlamış demektir. (…) En büyük adamların en büyük eserleri ya hiçbir karşılık beklemeksizin ya da karşılığında çok az bir şey elde ederek yazmak zorunda kaldığı dönemden kalmadır. Bu durum, şu İspanyol sözüyle de teyit edilmektedir: ‘Para ve onur aynı kesede bulunmaz’.”
Schopenhauer, yazarları bir başka açıdan da üçe ayırıyor:
“Birinci türe düşünmeksizin yazanlar dâhil edilebilir. Bunlar hafızalarındakini veya hatırlayabildiklerini, hatta doğrudan başka insanların kitaplarındakini yazarlar. Sayıca en kalabalık olan bu zümredir. İkinci kümede yer alanlar yazarken düşünenlerdir. Bunlar yazmak için düşünürler; bunlar da oldukça kalabalıktır. Üçüncü kümede ise yazmaya başlamadan önce düşünmüş olanlar vardır. Bunlar sadece düşündükleri için yazarlar; ve nadirattandırlar. (…) Burada av daha önceden yakalanmış ve bir zaman sonra salıverileceği kapalı bir alana konulmuştur. (…) Artık avcının yapacağı tek şey nişan alıp okunu fırlatmaktan, bir başka söyleyişle düşüncelerini kâğıda dökmekten ibarettir.”
* * *
Ne yazmak, nasıl yazmak, nasıl başlık atmak, yergide nelere dikkat etmek, isimsiz eleştirenlere karşı nasıl tutum almak gibi konuların aydınlatıldığı bu bölümün sonunda şöyle bir saptama var:
“Bir düşünce ancak sözcüklerin sınır çizgisine ulaştığı ana kadar gerçekten yaşar; ondan sonra derhal donar ve hayatiyetini kaybeder. (…) Bir düşünce, ifade edilir edilmez (ya da sözcüklerini bulur bulmaz) içimizdeki varlığını yitirir, yahut en derin anlamıyla keskinliğini ve ciddiyetini kaybeder. Başkaları için var olmaya başlarsa içimizde hayatiyetten kesilir; nasıl ki bir çocuk dünyaya gelmesiyle anasından uzaklaşırsa.”
Kitabın dördüncü bölümünde de (“Düşünmek üzerine”) düşünme eylemi, bunun okumakla ve gerçek hayatla bağlantısı ve düşüncenin özgünlüğü ele alınıyor.
Daha önemli işiniz yoksa, Schopenhauer’ı okuyup ona kulak vermenizi öneririm: Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine, Say Yayınları, 143 sayfa, 7,50 TL.