Rusya’nın ilk kez eski Sovyet coğrafyası dışında bir askerî harekâta girişmesi, üstelik bu adımı Ortadoğu gibi “kaynayan bir kazan”ın içine dalarak 4.5 yıldır kanlı bir krizin içindeki Suriye’de atması dünyayı yerinden oynattı.
İlk şaşkınlığı atlatanlar kendilerince tepki vermeye çalışıyor.
Rusya’nın “zamanlama” ve “siyasi-askerî hamle yapma” ustalığından hayranlıkla söz edenler az değil. Hatta kimilerine göre, neredeyse Suriye krizinin gidişatı belli oldu ve Rusya’nın karşısındaki herkes şimdiden yenildi.
Kötümser yorumların bir kısmı, Moskova ve Şam yönetimlerinin karşısında yer alanlara ait ve Suriye hamlesinden dolayı Rusya lideri Vladimir Putin’e yönelik eleştirilerle birlikte gündeme getiriliyor.
“Suriye operasyonunun Moskova için ikinci bir Afganistan’ın başlangıcı” olabileceğini bir “dilek” gibi ifade edenler var.
Ama aynı cümleyi memnuniyetle değil kaygıyla telaffuz eden tarafsız çevrelerin ve bu arada Rusya içindeki bazı yorumcuların varlığını da es geçmeyelim.
Rusya’nın tavrının ayrıntılarını ve gerçekten de tarihî önem taşıyan bu harekâta başlama nedenleri ile amaçlarını bir sonraki yazıda ele alacağım.
Şimdilik şu kadarını söyleyeyim:
Kremlin’in Suriye savaşına dâhil olmasıyla birlikte pek çok şey artık eskisi gibi olmayacak: Suriye de, Ortadoğu da, Rusya’nın uluslararası güçler dengesindeki konumu da...
Ortadoğu’daki birçok devlet ve siyasi, dinsel, etnik güç derinden etkilenecek; kimisi kârlı çıkacak bu gelişmeden, kimisi de zararlı... Türkiye’nin de Kürtlerin de bundan ciddi ölçüde etkilenecekler arasında olacağını rahatlıkla iddia edebiliriz.
Ve hiç kuşkusuz Türkiye-Rusya ilişkileri yakın tarihinin en şiddetli depremini yaşama riskiyle karşı karşıya.
Daha şimdiden Ankara-Moskova hattındaki sarsıntıların şiddeti Richter ölçeğine göre hızla büyüyor.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, hemen her gün verdiği demeçlerle Putin’i hizaya getirmeye çalışıyor. Bazen “üzüntüsünü” dile getiriyor, bazen “Rusya büyük hata yapıyor, hemen tutumunu değiştirmeli” diye uyarılarda bulunuyor.
Erdoğan’ın “üzüntüsünü” ve uyarılarını iletmek ve “Putin’i ikna etmek” için 23 Eylül’de düzenlediği Moskova ziyareti – cami açılışında konuşma yapması dışında – bir başarı getirmemişti.
Dün ortaya çıkan Rus jetlerinin Türkiye hava sahasına izinsiz girmesi olayı karşısında (Moskova bunu kabullendi ve “yanlışlıkla” olduğunu bildirdi), Başbakan Ahmet Davutoğlu da 2012’de sertleştirilen “angajman kuralları”nı hatırlatarak “bir daha olursa uçağınızı indiririz” demeye getirdi. Elbette NATO yöneticilerinin alkışları eşliğinde...
22 Haziran 2012’de Suriye tarafından düşürülen Türk uçağıyla ilgili olarak sessiz kalan Erdoğan yönetimi, Rusya’nın aynı hatayı tekrarlaması durumunda gerçekten de Rus uçaklarını vurabilir mi? (Bu soruyu “Tarih ‘eğer’ bağlacını asla kabul etmez” diyen ciddi uzmanların şimşeklerini üzerime çekmemek için cevapsız bırakıyorum.)
Tam da burada Türk-Rus ilişkilerinin nereden geldiğini ve hangi aşamada olduğunu kısaca aktarmakta yarar olabilir.
Ankara-Moskova hattında çok eskilere gitmeyelim. Burada ne Osmanlı-Rus harplerine, ne “soğuk savaş” dönemine, ne de iki başkentin birbirine karşı “Çeçen ve Kürt kartlarını kullandığı”, Orta Asya ve Kafkasya’da acımasız bir rekabetin egemen olduğu 90’lı yıllara döneceğiz.
Putin’in başa gelmesiyle birlikte dış politikasını enerji ihracatına bağlı olarak yeniden düzenleyen Rusya ile Türkiye arasındaki ilişkilerde dönüm noktası, 5-6 Aralık 2004’e denk gelir. Yani, tarihte ilk kez Rusya’nın bir numaralı liderinin Türkiye’ye yaptığı ziyarete. Putin’in bu ziyaretinden itibaren, iki ülke arasında önceki 15-20 yıl içinde ağırlıklı olarak ticari-ekonomik bağlar üzerinden giden işbirliği, siyasi ve diplomatik düzleme de taşındı. Ve sonrasında büyük bir hız kazandı. Üst düzey siyasi temaslar, gelişen ticaret, enerjiden turizme kadar bir dizi konudaki atılım, kültürel ve insani ilişkilerdeki gelişmeler... İki devlet neredeyse her açıdan birbirine çok yaklaşmış gibiydi.
En çok da Putin ile Erdoğan arasındaki “sıkı dostluk”tan bahsedilir oldu. 2004’ten sonra sık sık bir araya gelen ve telefonlaşan iki liderin “vücut dilleri” ve aralarındaki benzerlikler üzerine tonla yazı yazıldı.
Her şey neredeyse pespembeydi...
Ta ki 2011’de Suriye anlaşmazlığının gündeme gelmesine kadar...
Daha sonra iki lider ve iki devlet arasında soğuk rüzgârlar esmeye başladı. Erdoğan giderek artan sıklıkla Putin’i doğrudan hedef alıp eleştirmeye, hatta uzaktan “paylamaya”, Putin ise onu bazen görmezden gelerek veya görüşme önerisini karşılıksız bırakarak, bazen de dolaylı anlatımlarla uyararak cevap vermeye başladı.
(Burada kısa bir parantez arasında da olsa, şipşak yorumculara ve yeni yetme “Rusya uzmanları”na bir çift söz etmek isterim. Yıllardır ne zaman iki ülkenin liderleri bir araya gelse bu “papağanlar”, ezberlerindeki iki kalıbı haykırmaya başlıyor: “Türkiye ve Rusya ilişkilerinde bahar havasııı... İlişkiler geçmişte hiçbir zaman olmadığı kadaaarr...” ve “İki ülkenin karşılıklı yıllık ticaret hacminin yakında 100 milyar dolara ulaşması hedeflenmektediiirr...” Daha yaratıcı olmaya çalışanlar da var tabii. Geçenlerde Milliyet’ten bir gazeteci, Moskova’ya gittiğinde Kızıl Meydan’da aniden – kökleri 18. Yüzyıl’a, Çariçe II. Katerina’ya kadar uzanan – alışveriş merkezini fark edivermiş; önce müze sandığı bu tarihî mekânın “100 yılın üstünde” geçmişe sahip olduğunu saptayarak “Aaa, Kızıl Meydan’da, Lenin’in mozolesi karşısında AVM vaaarr” tadında bir yazı döktürmüş. Ne diyelim!..)
Rusya’nın Suriye politikasında ana çizgi değişmedi. Ama Libya olaylarından sonra (2011) ve özellikle son aylarda daha aktifleşti.
Erdoğan yönetimi ise “kardeşim Esad”dan “diktatör Esed” aşamasına geçtiğinde yolunu 180 derece değiştiriverdi. Üstelik bölgeyi yeterince araştırıp bilmeden, bu tür risklere girmek için gereken diplomatik ve entelektüel bagaja sahip olmadan. Sonunda Suriye, iki ülkeyi birbirinden giderek ayırırken birine artan prestij ve ağırlık, diğerine ise adım adım derinleşen bir hezimet getiriyordu.
Bu arada 10 Ekim 2012'de Moskova-Şam uçağının zorla Ankara'ya indirilmesi ve 18 Temmuz 2014'te Erdoğan'ın herhangi bir kanıt göstermeye gerek duymadan “Malezya uçağını Rusya düşürdü” demesi gibi, Kremlin’in o zamanlar sineye çektiği “tatsızlıklar” da yaşandı.
Yine de genel olarak tarafların, güçlü ticari-ekonomik ilişkiler ve büyük enerji projeleri adına anlaşmazlıkların ikili ilişkileri berbat etmesine izin vermemeye özen gösterdikleri söylenebilir.
Bu arada Ukrayna ve Kırım sorununda Ankara “Batı cephesinde” yer alsa da, Moskova’ya karşı eleştirilerinin dozunu sertleştirmemeye dikkat etti.
Batı’nın Rusya’ya karşı yaptırımlarına ve karşılıklı ekonomik sorunların yoğunlaşmasına paralel olarak ikili ticaret zayıflamaya başladı. İlk telaffuz edildiği 2010 yılında “birkaç yıl içinde ulaşılması” hedefi konulan “100 milyar dolarlık yıllık ticaret hacmi”ne ne zaman erişileceği konusunda durmadan ertelemelere gidildi. En son 2023 tarihine atılan bu hedef, fiilen etkisiz ve başarısız bir slogana dönüştü.
Öte yandan Rus turistlerin önemli bölümünün yurtdışına çıkmaktan mecburen vazgeçmesine bağlı olarak Türk turizmi ciddi darbe aldı.
Enerji alanında da sıkıntılar çıktı. 20 milyar dolarlık Akkuyu Nükleer Santrali hakkında birçok usulsüzlük iddiası gündeme geldi. Yine de yoluna devam eden projenin, başlangıçta belirlendiği gibi 2020 yılında değil, 2023’te tamamlanacağı ilan edildi.
Ve her şeyden önemlisi, 30 yıldır ilişkilerin lokomotifi olarak görülen doğalgaz ticaretinde ciddi sorunlar gündeme geldi. Moskova, Avrupa’ya gaz ihracatındaki en önemli hatlarından biri olarak tasarladığı Güney Akım’ın suya düşmesinden sonra, Ankara’ya “Türk Akımı”nı önerdi. Bu, gerçekten önemli bir şanstı ve her iki ülkenin kazanacağı bir platforma dönüşebilirdi. Ancak Ankara’nın ağırdan alması, daha çok mevcut doğalgaz ticaretine ilişkin indirim talebinde ısrarcı olması, Moskova’nın ise “Türk Akımı gibi tarihî bir fırsatı anlamayan” partnerine kızarak indirimi fiilen bu projenin onaylanmasına bağlaması sonucu gerilim arttı.
Bu arada AKP iktidarının Suriye politikası ve IŞİD’e destek vermesi Kremlin’in giderek artan tepkisini çekiyordu. Geçmişinde radikal islamcılardan çok çeken ve terörizmin Kuzey Kafkasya başta olmak üzere Müslüman nüfusun yoğun olduğu yerlere sıçramasından korkan Rusya yönetiminin tedirginliği artıyordu.
7 Haziran seçimlerinin sonuçları Moskova’yı şaşırttı. Kremlin, yıllardan sonra ilk kez “AKP’siz Türkiye”nin mümkün olabileceğini gördü. Türkiye’nin uluslararası etkisinin giderek azaldığını ise zaten uzun süredir izliyordu.
Belki de Suriye’de atmaya hazırlandığı adımlardan enerji işbirliğine kadar bir dizi konuda eskisi kadar alttan almasının şart olmadığını hissetti.
Putin Suriye konusunda düğmeye basarken, “Erdoğan faktörü” neredeyse en son düşüneceği meselelerden biri haline gelmişti.
Türk Akımı ile ilgili olarak da Rus yetkililer birkaç kez (en son geçen cumartesi Enerji Bakanı Aleksandr Novak’ın ağzından), neredeyse AKP’nin gözüne sokacak kadar kalın çizgilerle “Hele şu 1 Kasım seçimlerini bekleyelim” türünden açıklamalar yaptılar. Tabii “hükümet kurulması sürecine bağlı doğal aşamaların haliyle zaman alacağını” kibarca ekleyerek.
Şimdi Esad yönetimine destek veren kapsamlı bir askerî harekâta girişen Moskova, elbette bu adımın Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin başarısız Suriye politikasının tümüyle çöküşünü getireceğini de hesaplıyordu.
İki ülke arasındaki gerilimin daha da artması ihtimali güçlü. Riskler büyük. Her şeyden önce savaştan söz ediyoruz; plana-hesaba sığmayan bir sürü gelişme olabilir.
Yalnızca “dışarda” değil, aynı zamanda ve daha çok “içerde” sıkışan Erdoğan iktidarının öngörülmez adımlar atması da imkânsız değil.
Rusya, Türkiye’nin en önemli ticaret ortaklarından biri. Enerji ihtiyacının büyük bölümünü karşıladığı ülke. “Bağımlılık” çift yönlü tabii. Aynı ölçüde olmasa bile, Rusya da Türkiye’ye bağımlı. İki ülke de birbirinden kolay kolay vazgeçemez.
Ne var ki Türkiye-Rusya ilişkilerinde tehlikeli bir aşamadan geçildiği apaçık ortada.
Bir sonraki yazıda Rusya’nın Suriye’ye neden girdiğini ve amaçlarını yorumlamaya çalışacağım.