Siyasi iktidar denen şey her neyse, onu sevmiyorum. İnsanlara yollarını ve kendilerini kaybettiren iktidar hırsından nefret ediyorum.
İster sağcı olsun ister solcu, hangi –istliğe tutkunsa ve büyük ya da küçük hangi örgüte bağlıysa; kendi kişiliğinden ve eleştiri hakkından vazgeçenleri, otorite karşısında eğilip bükülenleri, sallabaşları, yağcıları, işbirlikçileri sevmiyorum. Bu zaaflarını kaygısız ve acımasız suç ortaklığına dönüşene kadar abartanlardan nefret ediyorum.
Binlerce gencin kanıyla sulanan yıllanmış bataklığı kurutma cesaret ve becerisine sahip olamayan çaresiz duruşumuzu sevmiyorum. Ölenlerin - bir kez daha, bu kez yüksek sesle - devlete feda edildiği itaatkâr cenaze törenlerinden nefret ediyorum.
Birilerinin her fırsatta karşımıza çıkarak kendi din ve felsefesini dayatmaya çalışmasını sevmiyorum. Bunu yaparken o dinin ve felsefenin içindeki tüm ahlak ve vicdan kalıntılarını itinayla temizleyip her bir cümleyi el çabukluğuyla siyasi baskıya dönüştürme ustalığından nefret ediyorum.
İçi kof yabancı hayranlığını ve ulusal aşağılık kompleksini (mesela, “siz Fransız’a benziyorsunuz” dendiğinde ebleh gözlerin parıldamasını) sevmiyorum. Milliyetçiliğin, şovenizmin her çeşidinden, başka halklara yönelik düşmanlığın bütün tonlarından nefret ediyorum.
Kendini siyasetten ekonomiye, sağlıktan sekse, kültürden spora kadar her konunun uzmanı zanneden “yeryüzü tanrısı” köşe yazarlarını sevmiyorum. “Bu böyle biline” diye biten köşe yazılarından nefret ediyorum.
Tek bir kalbi bile hakkıyla ve tüm öngörülmez sonuçlarıyla doludizgin sevmeyi başaramadan, insanlık ve millet aşkıyla yoğrulmuş kahramanlık hikâyelerini işgal edenleri sevmiyorum. Kendisini sevenlere pranga vuran, onları köhne karanlıklara hapseden, her şeyleriyle sahip olmaya çalışan köle tüccarlarından nefret ediyorum.
Az beyinli ve bol kaslı insan müsveddelerini sevmiyorum. Onların bir türlü erişemedikleri saygınlık çıtasına doğru yükselebilmek için kadınlara, çocuklara ve hayvanlara şiddet uygulamasından nefret ediyorum. Ve bu şiddetin korkak toplumdan sessizce onay almasından.
Denizsiz ve nehirsiz memleketleri sevmiyorum. Hoşgörüsüz ve merhametsiz olanlarından nefret ediyorum.
Pazarlık eden insanların dudaklarındaki gülümsemeyi sevmiyorum. Gülümsemeden edilen pazarlıkları da sevmiyorum. Hayatların “ne tutturabilirsem” çakallığıyla ve “ne kadar uyarsa o kadar olur” zavallılığıyla pazara çıkarılmasından nefret ediyorum.
Romanlar ve filmler iyi bile olsa, sonlarının kötü bitmesini sevmiyorum. Sonu iyi bile bitse kötü romanlardan ve filmlerden nefret ediyorum.
Mutsuz aşklarda ve sahte dostluklarda parçalanıp dağılma tehlikesini sevmiyorum. Aşksızlıktan ve dostsuzluktan kuruyup buharlaşma ihtimalinden nefret ediyorum.
Anılar kötü de olsa onları rafa kaldırıp unutmayı sevmiyorum. Acı tecrübelere her daim esir olmaktan, yürek yaralarını vahşi bir hırsla sulayıp büyütmekten nefret ediyorum.
Güncemin ve mektuplarımın gizlice okunmasını sevmiyorum. Metro ve otobüslerde gazeteme ve kitabıma omuz üzerinden bakış fırlatılmasını da. Ben yüreğimin kapısını açmak şöyle dursun henüz aralamadan, merakla hayatıma dalıp özel sorularla kurcalamaya, öğütlerle yönlendirmeye çalışan insanlardan nefret ediyorum.
Her şeyi bildiği güveniyle yabancı sohbetlere müdahale eden taksicileri, bilgi yerine tavsiye veren esnafı, durmadan lafa girerek “hayat üniversiteleri”nin derslerini satan birkaç dakikalık kuşkulu arkadaşları, bilmediği yolu mutlaka tarif etmeye çalışan “yardımsever” vatandaşları sevmiyorum. Sözlerin durmadan kesilmesinden, karşıdakini dinleme süresinin “dinlememe” ve az sonra kendi söyleyeceklerinin şimdiden cilalanması olarak kullanılmasından, cehaletin her adımda destursuzca üzerimize boşaltılmasından nefret ediyorum.
Daha akıllı ve soğukkanlı görünmek için mümkün olduğunca gülmeyen ya da gülümsemesini çelik mengene aralığına hapseden insanlarla karşılaşmayı sevmiyorum. Güçlü olmak adına asla ağlamamayı bir marifet belleyen insanların ucube katılıklarından nefret ediyorum.
İş başvurularını, başvuru sonrası ilk görüşmeleri, yapay sınavlarda birilerinin erişilmez tepelerden seslenerek ötekilere soru yöneltmesini sevmiyorum. Cevabı belli sayılan ve asla merak edilmeyen sorular sorulmasını da. İnsanların hain senaryolarla sınanmasından nefret ediyorum.
Korkaklık yaptığım anlarda, sanki durmadan duygulara baskın gelmesi gereken zeki tercihleri arayarak ve artı eksi terazileriyle oyalanarak zamanımı harcadığımda kendimi sevmiyorum. Yüreğimde volkanlar patladığında bana durmadan “sakın hata yapma” uyarıları gönderen içimin o lanet olası sesinden, tecrübe heybemde heyecansız bir edayla yatan ve hayata yabancılaşacak kadar akıllanmış olan bencil gururumdan nefret ediyorum.
Kalabalıkları sevmiyorum. Bireylerin topluluklarda eritilip kaybedilmesini. Kalabalıklarda insanların arsız bir çeviklikle kendilerinden vazgeçip sürüdeki koyunlara dönüşmesinden, herkesin bir anda şaşılacak bir uyumla aynı tepkileri vermeye başlamasından nefret ediyorum.
Tutsaklıkları sevmiyorum, zoraki kalışları, başka türlü olamayışları, mecburen seçişleri. Düğümleri çözmeye çalışmak yerine tepelerine hiç düşünmeden indirilen kılıç darbelerinden nefret ediyorum. Ve soğuk vedalardan. Hele taraflardan biri bunun anlamını bilmiyorsa.
Muhteşem güzelliklerinin altında ömür boyu ezilen kendine hayran kadınları ve erkekleri sevmiyorum. Güzellik yarışmalarını da. Yarışmaların her çeşidini hatta. “Kusursuzluk” ve “ideallik” yalanının bütün renklerinden nefret ediyorum.
Kendini “kısmetlisine” altın tepsi içinde sunulacak bir ödül gibi gören kibirli genç kızları ve delikanlıları, ince hesapçıları, kesinlikle hata yapmamalıyımcıları sevmiyorum. Kendi bedelleri, hesapları ve hatasızlıklarıyla yabancı hayatları talan edenlerden nefret ediyorum.
Sık sık ve çok insanla tanışmayı sevmiyorum. Uzun süre hiç kimseyle tanışamayacağım yalnızlık dehlizlerine düşmekten nefret ediyorum.
Kendilerine karşı hiçbir sıcaklık hissetmediğim insanlarla - kimin ne zaman uydurduğunu bilmediğim yapış yapış dostluk şablonlarına göre - öpüşmeye, gülüşmeye, hatta el sıkışmaya zorlandığım anları sevmiyorum. Birbirinden bir an önce uzaklaşmak isteyen insanlar arasındaki kuşkulu bakışları, yapay dokunuşları ve soğuk şakaları da. Sevdiklerimle bir türlü göz göze gelemediğim, onlara el süremediğim, ruhlarından yükselen çığlıkları işitemediğim uzak sürgünlerde sıkışıp kalmaktan nefret ediyorum.
Sevgisiz ve coşkusuz mekânlarımı ve zamanlarımı sevmiyorum. Usanmışlığımı da. Sahte sevgilerden ve ihanetlerden nefret ediyorum. Umutsuzluğumdan da.
Her zaman her şeyi bilenlerle, ömür boyu önceden hazırlanmış cevaplarla yaşayanlarla aynı ortamlara düşmeyi sevmiyorum. Asla soru sormadan yaşayıp gidenlerle birlikte olmaya mahkûm edilmekten nefret ediyorum.
İmkân varken konuşulmamasını, anlama ve anlaşma şansı mevcutken boş verilmesini, kelimelerin yankısından ürkülmesini sevmiyorum. Hayatın dört bir kıyısının, bütün duyguların, her çeşit altüst oluşun ve gizli arzunun istenirse ustalıkla kelimelere dökülebileceği iddiasını taşıyan bilgiç yazarlardan nefret ediyorum.
Birinin karşısına dikilip acımadan alnının ortasına kurşun yağdırabilecek tıynette olanları sevmiyorum. Usulca yaklaştığı insanı tereddüt etmeden sırtından bıçaklayabilecek kalleşliği ruhunda barındıranlardan nefret ediyorum.
Kavgaları hiç sevmiyorum. Kavga etmeksizin teslim olmaktan nefret ediyorum.
Gösterişli ve medyatik hayatları sevmiyorum. Gösterişli ve medyatik intiharlardan nefret ediyorum.