Her gün aynı sabaha uyanıyoruz sanki.
Hayat, kendi kuyruğunu kovalayan köpek gibi daracık bir çemberde dönüp duruyor.
Gazeteler, televizyon, internet hep aynı girdabı tazeliyor kafalarımızda. Biz daha açlık grevinin bitişine doyasıya sevinemeden Pınar Selek davasıyla, Kürt sorununda yeni hoyratlıklarla, iktidarın tepeden bakan üslubu ve tepemize inen kibriyle, Ortadoğu’da artarak yayılan kan kokusu ve hırsıyla, her biri inanılmaz birer trajediye dönüşen cumartesi annelerine reva görülen duvar sağırlığıyla, yattıkları yerden ustaca üzerimize kusan 12 Eylül paşalarıyla, kadına şiddet ve daha bir yığın memleketim stilinde haberle sürekli dibine doğru ağırlaşıyoruz inatçı bataklığımızın.
Sanki hayat yeminli, bize doyasıya bir güneş yüzü göstermeden tepemize yeni karanlık bulutlar salarak yüreklerimizi karartmaya.
Engel olamadığımız mutsuzluk ve kaygı hisleri, her gün aynı biçimde tekrar ediyor.
“Ben bütün bunları daha önceden yaşamıştım” duygusu, Fransızca olmasına karşın yazık ki kendisine hiç Fransız kalamadığımız “dejavu”, bizi esir alıyor.
Sıradan ve sanal sorunlar, çarpık-kırpık adamlar, mutlak kaderimizmiş gibi bizi kuşatmış, hayatımızın ortasına küstahça bağdaş kurmuşlar.
Ne yaparsak yapalım hiçbir şeyi değiştiremiyoruz.
* * *
Bugün Aslında Dündü (Groundhog Day) adlı filmi izlemiş miydiniz? Bir televizyon kanalında hava durumu sunucusu olan Phil Connors, görevi gereği bir kasabadaki şenlikleri izlemeye gitmiş, tatsız tuzsuz bir gün yaşamıştır. Ertesi sabah ve daha sonraki sabahlar uyandığında aynı günün hiç değişmeden tekrarlandığını, hayatın anlamsızlığının kendini giderek bir mengene gibi sıkıştırdığını görür.
Durmadan tekrarlanarak önümüze gelen ülke gündemine bakın son günlerde. Hatta son haftalarda ve aylarda. Birçoğumuz açısından yıllar ve on yıllar içinde bile değişmeyen o kadar çok şey var ki aslında.
Başkalarından gizlemeye çalışsak da, hatta bazen kendimize bile itiraf etmek istemesek de, bir yılgınlık bataklığında çaresizce kıpırdanıp duruyoruz.
Hayır, teslim olmaya alışık olanlardan değiliz biz. Kaderimiz siyaset, hayatımız mücadele üzerine kurulu.
Enerjimizi yenileyip hırsımızı bileyerek durmadan bir şeyleri değiştirmeye çabalıyoruz.
Bazen, belki de hayatta en fazla özlediğimiz zafer duygusuna çok yaklaştığımızı hissettiğimiz, hatta başardığımızı düşündüğümüz anlarda bile bir şeyler oluyor ve tekrar geriye savruluveriyoruz.
Kendimizi tekerlek içinde koşan ve tüm çabasına rağmen bir adım ilerleyemeyen bir hamster gibi hissediyoruz.
Bu arada bize verilen ve içinin ne kadar dolu olduğunu bilemediğimiz kum saati durmadan hafifliyor.
* * *
Umutsuzca parçalanıyoruz. Sessizce yarılıyoruz. Acıyla ikiye bölünüyoruz.
Bir yanımız “kal” diye haykırıyor her zamanki gibi, “savaş sonuna kadar, devam et, teslim olma asla!”…
Öbür yanımız “kaç” diye fısıldıyor, “uzaklaş bu büyülü bataklıktan ve huzurlu bir hayat keşfet artık!”…
Bir yanımız kararlı ve mücadeleci, öbür yanımız yorgun ve yılgın.
Çok mu abartılı teslim ettik acaba hayatımızı siyasete, fazlasıyla bonkör bir üslupla “üstü kalsın” diyerek?
Kolay değil içimizdeki putlara değmeden bunları söyleyebilmek, hatta kendimize fısıldamak. Yıllarımızı verdik… Belki yıllarımızdan da fazlasını…
Ne kaldı?
İki anlamda da: Hem geçmişten bugüne ne kaldı, hem de bugünden sonra ne kadar ve ne kaldı?
Siyasetin bizi bu kadar mutsuz etmeye hakkı var mı?
* * *
Siyasetin hayatımızda bu kadar yer işgal etmesi, ömrümüzün (eylemimizle, sözümüzle, yazımızla) durmadan “sorumluluk borçları ödeyerek” geçmek zorunda olması ne acı!
Oysa büyülü bir hayat akıp gidiyor yanı başımızda. Yeryüzü ne muazzam bir şey! İnsan ne olağanüstü bir yaratık! Doğa ne denli baştan çıkarıcı! Müzik ne tutkulu bir evren! Aşk ne gizemli ve hayatı çoğaltan bir hazine!..
Şaşarak ve neşeyle almamız gereken öyle çok soluk var ki havada.
Fazla değil, sadece bir adım ötemizde.
O bir adımlık mesafe…
O mesafede koskoca bir duvar var.
Ama o duvar…
O duvarın tuğlaları, çimentosu, harcı…
O duvarda adaletsiz hayata direnişlerimiz, acılara sürdüğümüz merhemler, insana ve tarihe cesurca sahip çıkışlarımız, iktidarlara karşı verdiğimiz inatçı kavgalar, ideallerimiz, onurumuz, alışkanlıklarımız, umutlarımız, hayallerimiz…
O duvarda “teslim olmamaya teslim olmuşluğumuz” var.
* * *
Ne yapmalı?
Bir yanımız kararlı ve mücadeleci, öbür yanımız yorgun ve yılgın.
Hangi yanımıza kulak vermeli?
Belki de kendini ve hayatı (her ikisinden de ne kadar kaldıysa artık) kazanmak için yenilgiyi kabul etmeli.
Ve bir yere kaçmalı.
Ama nereye?
Kaçacak yer var mı?
Sığınacak bir köşe?
Nerede arasak hayatın tılsımını?
Uzaklarda bir köyde mesela?
Veya başka bir ülkede?
Var mı kaçabileceğimiz kadar uzak bir mesafe?
Yoksa bütün mesafelerimiz ve çözümlerimiz, “Kaf Dağı’nın arkasında” değil, omzumuzun üzerinde taşıdığımız o karmaşık kutuda mı gizli?
Doğaya sığınsak örneğin? Çiçek yetiştirmeye veya hayvan beslemeye? Nasılsa onlar çocuk kadar zor ve öngörülmez değildir.
Ya da sanata mı adasak ömrümüzü? Belki de kitaplardadır bütün mutluluk. Edebiyattır belki gerçek kurtuluşumuz.
Veya şarkılarda bulsak bütün tesellileri, bıraksak kendimizi mucize notaların rüzgârına?
İçmeli de tabii, içmeden geçmez hayat. Nice didişmelerle elde edemediğimiz özgürlük hissini çok kolay tutuşturuverir elimize içkiler.
Yoksa bir çift güzel gözün derinliğinde kaybolmayı mı denesek? Düşünmeden atıversek o pek “yürekli” yüreğimizi bir masanın ortasına. Kim bilir, belki bu seferki daha usta çıkar acımasızlıkta ve onu bir daha kolay kolay birleştirilemeyecek parçalara ayırmayı başarır.
Sonra yine doldururuz kadehleri. Müzikten de destek alırız elbet. Şiirlerden şiir ararız telaş ve heyecanla. Can yakmayan dostlarla hoş ve boş sohbetler yaparız.
Televizyonda memleket haberlerine rastladığımızda, içimizde eski bir yara kanamasın diye kanal değiştirmek için hemen kumandaya uzanıp ihtiyar gözlerimizi dikkatle kısarak bir kez daha imkânsız bir arayışa çıkarız.