İnsanoğlu gerçekten bir tuhaf. Kendini pek bir akıllı sanıyor. Ama yaptığı aptallıkların haddi hesabı yok. Bazen zeki yüz ifadeleri eşliğinde çok akıllı laflar ediyor. Mesela, nükleer teknolojiyi su gibi yutmuş insanlar çıkıyor. Fizikte veya matematikte öyle teorilerin üstesinden gelenler var ki, onları dinlerken nutkunuz tutuluyor. Daha basit gibi görünen zorlukları aşarak akıllarına hayran bırakan insanlar da az değil. Kimisi araba tamirinde “işin profesörü” olmuş. Kimisi çiçek yetiştirmede. Kimisi örgü örmede. Daha ne meslekler ve işler var, nice uzmanlık alanları… İnsanlar birçok şeyi başarabiliyor. Ama en önemli sorulara net cevaplar veremiyorlar. Sokaktan geçenleri durdurup “hayatın anlamı” desen afallarlar… Neden yaşadıklarını sorsan, kendini toparlayıp saçmalamayı başaran bile az çıkar… Ya da en azından “hayatta en çok önem verdiğiniz üç şey” diye sorsan, laf kalabalığının arasında gerçeği yakalamak kolay olmaz…
* * * İnsanoğlu gerçekten bir tuhaf. Bütün ömrünü isteyerek veya kendiliğinden bir sürü konuyu öğrenerek geçiriyor. Ama kaç yaşında olursa olsun, en az bildiği şey, kendisi. Ne bedenini tanıyor, ne ruhunu.
İnsan onca konuda “uzmanlaşırken” kendisini tanımaya pek zaman bulamadan ölüp gidiyor genellikle. Kalp krizi, kanser, ülser ve daha nice hastalık (kimilerine göre hastalıkların hemen hepsi), insanın kendiyle ve hayatıyla barışık yaşamayı becerememesinin sonuçları. Sorunları alt edememesinden veya onlarla yaşamayı öğrenememesinden dolayı yiyip bitiriyor insan kendini. Bu konularda kimsenin fazla bilgisi yok nedense. Kendini tanımaya, vücudunun ve ruhunun inceliklerini öğrenmeye, taşıdığı özelliklere uygun tavırlar ve çözümler geliştirmeye zamanı yok. Bu “zamansızlık” nedeniyle insanların ömür boyu sahip oldukları “toplam zaman” azalıyor. Kendine karşı bu ilgisizlik ve beceriksizlik yüzünden, hayat tatsızlaşıyor; sıkıntı ve keder, yaşanan günlerin çoğuna damgasını basıyor. Bu “sıradan” gibi görünen en önemli sorunları, kendi alanında harikalar yaratan nükleer teknoloji uzmanı ve fizik profesörü de yaşıyor, en becerikli araba tamircisi ve bahçıvan da. Çünkü nasıl yaşamak gerektiğini tam olarak bilmiyorlar. Kimse eksiksiz öğrenemiyor bu sanatı. 80-90 yaşına gelmiş ihtiyarlara sorun; onca deneyimden geçip ölümün kıyısına ulaşmış olsalar bile, onlar da bilmez bu işin sırrını. Hayatın anlamı, hayatının anlamının aranmasında gizlidir çünkü.
* * *
Bunu anlayan, ya da en azından hisseden insanlar, ciddi ve yetişkin maskelerinin gerisinde, yaramaz çocuklar gibi durmadan bir şeyler arar dururlar. Bazen yollarını kaybederler; daha önemli işleri varmış gibi davranırlar; hatta tümüyle unuturlar kendilerini; ama sonra bir şey onlara en önemli konuyu hatırlatır tekrar; sımsıcak bir ışık yanar yeniden beyinleri ile kalpleri arasındaki karanlık koridorun titreşiminde; tekrar hayatı fark ederler; şaşkın bir çocuk ruhundaki o tükenmez merak duygusuna sadakatle dönerler bir kez daha ve ellerindeki en büyük oyuncak olan kendilerini kurcalamaya devam ederler. Ve oyuncağın ya da oyunun sırlarını anlamaya, ifade etmeye çalışırlar. Cümleler kurarlar. Cümleler duyarlar. Cümleler okurlar. Cümleleri tekrarlarlar. Yüzlerce, binlerce, milyonlarca cümle… En babayiğit, en heybetli, en cüsseli cümleler bile ufacık rüzgârlara dayanamayarak uçar gider çoğu kez. Yüzlerce, binlerce, milyonlarca cümleden elimizde çok az şey kalır. Hayatı açıklayan, yol gösteren, ışık tutan cümleler... Sımsıkı tutunuruz o cümlelere. Özenle koruruz onları. Onlar bize ışık verdikçe sonsuz bir bağlılık duyarız onlara karşı. Ama önümüzdeki yollar o kadar fazla ve karmaşıktır ki, hep yeni ışıklara, taze cümlelere ihtiyaç duyarız. Ve onları ararız.
* * *
Ben yaşadığım onca yıldan sonra bugünün tuğlalarını yerine yerleştirirken, ara sıra elimde ne kadar az cümle kaldığına hayıflanırım. Onca beceriksizlikler, başarısızlıklar ve kayıplar arasında, çoğu kez yalancı zafer duygusunun sarhoşluğu altında ulaşmakta çok geciktiğim, yaşım ilerledikçe sayılarını giderek daha yetersiz bulduğum o ışıklı cümlelerime bakarım. Büyümek, okumak, çalışmak, her insanın yaptıklarını yapmak neler verdi bana? Kalıcı olan neler alabildim bu “zorunlu yıllar” sırasında? Kaç önemli cümle kaldı heybemde? Para kazanma telaşındayken ne kadar zamanı en önemli konuyu unutarak geçirdim? Ya türlü hırslarımı doyurmaya çalışırken, o zamanlar kaç cümleyi duymazlıktan geldim? Ve duymazlıktan geliyorum hâlâ? Bunları düşünüp kara muhasebeler yaptıkça mutsuz olurum ben. Mutsuzluğumun çıplaklığını öğretici giysilere sarmalayıp “ders çıkarma” bahanelerine sığınmaya çalışsam da fayda etmez. Mutlu olduğum zamanlar ise bir cümleye kavuştuğum anlardır. Yeni, yepyeni, ışıklı bir cümleye…
* * *
Bazen her şey bir tek cümle içindir benim hayatımda. Koskoca romanları deviririm. Destansı şiirleri okurum. Upuzun filmleri izlerim. Konuşkan ve suskun, dürüst ve sahtekâr insanların kelimelerini ayıklarım. Saatlerce… Günlerce… Yıllarca… Onlarda bulabileceğim tek bir ışıklı cümle içindir her şey. Bazen sıkıcı kitaplarda sağa sola yığılmış öbek öbek kelimelerin arasına dalar ararım… Gazete ve televizyonlarda yalanların içinden haber ve gerçekleri iğne ile kazırım… Filmlerin kof senaryolarının ve allı pullu teknolojik makyajlarının gerisinde sıcak ve insani bir renk var mı diye bakarım… Çok konuşan ya da susan insanların gürültüsünün veya sükûnetinin neresine bir hayat hikâyesi sızmıştır, hangi sözün ve tavrın gerisinde yılların izi gizlenir diye meraklanırım. Okumaya, izlemeye, aramaya, meraklanmaya uzun süre yetecek sabrım vardır. Çünkü “büyük ödül”, çok ilginç bir cümle olabilir. Bir kitabın veya derginin beklenmedik bir satırında ona rastlayabilirim. Ya da, ne bileyim, adı sanı duyulmamış bir filmin bir sahnesinde veya hiç tanımadım bir tren yolcusunun kelimeleri arasında gizlenebilir o cevher. Oraya ulaştığımda, hayatımın kazanç hanesine yazarım o anı, o kitabı, o filmi, o yolculuğu… O cümleye ulaşma umudumu yitirdiğimde bir kenara attığım da olur kitapları ve gazeteleri, boş verdiğim de olur filmlere ve insanlara… Ama denemekten vazgeçmem. Bir sonraki fırsatta sonuç alırsam eğer, şaşkın bir çocuk gibi ruhumdaki o tükenmez merak duygusuna sadakatle dönüp yeniden ellerimdeki en büyük oyuncak olan kendimi ve hayatımı kurcalamaya devam ederim. Yeter ki hayatın anlamını biraz olsun açıklayan, bana beni anlatan, yalansız ve derinlikli bir cümle bulabileyim. Başka akıllardan ve yüreklerden süzülen deneyimlerin ısısı ve ışığıyla kendi soğuk karanlığımdan biraz daha kurtulabileyim.
* * *
Bazen her şey bir tek cümle içindir benim hayatımda. O cümleyi bulup öğütebilmektir meselem. Bir de, becerebilirsem eğer, bulduğum ve özenle sakladığım o cümleleri tanıdığım ya da tanımadığım insanlarla paylaşmaktır. Onlar da büyük, soğuk, acımasız ve karanlık kelime bulutları arasında katı bir ciddiyetle yaşayıp giderken, ara sıra kendilerini hatırlasınlar ve - belki biraz da rahatlarını kaçırarak - hayatlarını kurcalasınlar diye…
NOT VE DUYURU: Son günlerde yoğun çalıştığım için bugün yeni yazı yazamadım. Bu yazı, 7 yıl önce T24’te yayımlanan ilk yazımdı.
Yoğunluğumun nedenini de açıklayayım. Artı TV’de iki programa birden başlıyorum: Salı akşamı 20.00’de - daha önce Tele1’de 7 ay hazırlayıp sunduğum - Dünyanın Öteki Yüzü’ne ve pazartesi (yani yarın) 21.00’de ilk bölümünü ekrana getireceğimiz farklı bir programa: Tatava TV.
T24 yazıları devam edecek tabii.