Bundan bir hafta önce Moskova'da önemli bir gelişme oldu: Rusya'ya ilk resmî ziyaretini gerçekleştiren ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ve Rus meslektaşı Sergey Lavrov, beş saatlik uzun bir görüşme sonrasında Suriye'deki iç savaşın bitirilmesi için bir barış konferansı yapılması çağrısında bulundular.
Taraflar, iki yıla yakın süredir devam eden Suriye krizinde 30 Haziran 2012 tarihinde düzenlenen Cenevre Konferansı'nın önemli bir aşama olduğunu saptayıp - bazılarının şimdiden "Cenevre 2" olarak adlandırmaya başladığı - yeni bir konferansla çatışmalara taraf olan iç ve dış unsurların bir araya gelmesini, barış için zorunlu gördüklerini vurguladılar. Konferansın (hedeflendiği gibi bu ay sonuna kadar düzenlenmesi mümkün olamazsa) önümüzdeki ay yapılması bekleniyor.
Böylece, 7 Mayıs'ta Moskova'da yapılan Lavrov-Kerry görüşmesi, moda deyişle, Suriye'de yeni bir "süreç" öngörüyor, krize askerî yöntemle çözüm bulunmasına ve savaşa karşı barışı öne çıkarıyordu. Görüşme, aynı zamanda geçen yıl gerileyen ve bir dizi gerginliklere sahne olan Rus-Amerikan ilişkilerinde yeni bir ısınmanın başlangıcı oluyordu. En önemlisi, Suriye iç savaşında iki ana uluslararası faktör olan ABD ve Rusya'nın konuya bakışının daha önce hiç olmadığı kadar yaklaştığını ortaya koyuyordu.
Son cümleyi açmakta yarar var: Rusya, neredeyse iki yıldır Suriye politikasını değiştirmiyor; bölgeye dışardan askerî müdahaleye ve Başar Esad'ın iktidarı bırakmasının görüşme süreci için ön koşul olarak ileri sürülmesine karşı çıkıyor. Yalnızca, Moskova'dan yapılan açıklamalarda zaman zaman üslup farklılıkları ve "Meselenin tek bir kişiye (Esad'a) indirgenemeyeceğini" belirten, dolayısıyla Esad'ın da tartışılabileceğini ima eden anlatımlar dikkat çekiyor. Ama izlenen politika değişmiyor. Dahası bunca zamandır bölgeye dış müdahale gerçekleştirilmemesinin en temel etkeni olarak, Rusya'nın ve onun son zamanlarda giderek daha etkili bir otorite haline gelen Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov'un direnişi gösteriliyor.
O halde şunun altını çizelim: İki büyük devletin yakınlaşması, ABD'nin politika değiştirmesi ile mümkün hale gelebildi. İç sorunlara öncelik verdiği bilinen Başkan Barack Obama, zaten başından beri ülkesini Suriye savaşına sokmaktan kaçınıyor, bu konuda sert çözümlerden yana olan devletlerin önerilerine ve fazla güvenmediği Suriye muhalefetine mesafeli davranıyordu.
"Esad'ın kimyasal silah kullandığı" iddiası, BM Bağımsız Suriye Soruşturma Komisyonu üyesi Carla Del Ponte tarafından yalanlanınca (Ponte, bu silahı iktidarın değil, muhalefetin kullandığı yolunda bulguları ortaya koydu), Washington daha da temkinli bir çizgiye yöneldi. Giderek "Esad konusunun, süreç içinde ve Rusya ile pazarlıkların gidişine bağlı olarak çözüleceği" inancıyla, Moskova ile 2. Cenevre Konferansı önerisi yapma noktasına geldi.
Kerry ve Lavrov'un beş saat içinde neler konuştuğunu bilmiyoruz. Ancak Suriye'de askerî çözüm yerine barış görüşmeleri yolundan ilerlenecekse, bu konuda şimdiye kadar en sert açıklamaları yapan, hem dış müdahaleden hem de muhaliflere her türlü desteğin verilmesinden yana olan devletlerin "dizginlenmesi" gerektiğinin gündeme alınmış olduğunu öngörmek herhalde zor olmasa gerek.
"Kontrol altına alınması gereken" devletler arasında İsrail, Katar ve Suudi Arabistan'ın yanı sıra Türkiye'nin de bulunması ihtimali az değil. "Arap baharı" denilen değişikliklere bağlı olarak Suriye'de de kısa sürede iktidarın devrileceğini öngören, öngörüsü doğru çıkmamasına karşın uyguladığı politikayı düzeltmeyen, hatta daha da sertleştiren Türkiye, bugün Kerry ile Lavrov'un başlattıkları yeni "Suriye barış süreci"nin kodlarını doğru okuyamamış durumda.
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun açıklamalarında, Suriye'de Esad'ın kimyasal silah kullandığından dolayı cezalandırılması, muhalefetin kendi içinde son derece parçalanmış hatta yer yer tehlikeli ögelerle dolu olduğunun göz ardı edilmesi, Sünnilik unsurunun belirgin tercih olarak öne çıkarılması ve şimdi elbette "Reyhanlı dosyası" önemli yer tutuyor. Reyhanlı'daki korkunç katliamı önleyemeyen devlet güçlerinin 24 saatte olayı ve organizatörleri ortaya çıkarıp bunu Erdoğan'ın ABD ziyaretinde önemli bir koz olarak gündeme eklemesi dikkat çekici.
Daha önceki benzer denemelerinden sonuç alamayan Erdoğan, bir kez daha Obama'yı Suriye'de radikal adımlar atmaya, askerî müdahaleye yeşil ışık yakmaya, hiç olmazsa "uçuşa yasak bölge" uygulamasına razı etmeye gidiyor.
Ancak hükümet, kendisinin neredeyse iki yıl içinde izlediği politikanın özeleştirisine girişmek ve Reyhanlı da dahil ülke içinde gerginliğin tehlikeli biçimde arttığını görmek bir yana, ikna etmek istediği ABD'nin, Rusya ile birlikte başlattığı yeni sürecin kapsamlı bir analizini yapmamış görünüyor.
Cumartesi Reyhanlı patlamalarından kısa süre sonra Twitter'da Rusya Devlet Duması (parlamento) Uluslararası Komite Başkanı Aleksey Puşkov'un değerlendirisi yer aldı: "Terör eyleminde Türkiye yine Suriye'yi suçlayacaktır; her konuda suçladığı gibi. Birileri barış konferansını engellemek ve güce dayalı seçeneği zorla egemen kılmak istiyor." (Twit saati 18.30) "Tabii ki Ankara terör eyleminden dolayı Suriye'yi suçladı. Kimyasal silah kullanmaktan dolayı da suçlamışlardı. Suriye niye bunu yapsın ki? Bu, savaş gerekçesi oluşturduğundan dolayı ancak onun düşmanlarının işine yarar." (Twit saati 21.13)
Rusya'da sonraki günlerde yapılan açıklamalar ve medyada yer alan yorumlar da bu doğrultudaydı. Reyhanlı'daki kanlı eylemin, Suriye'ye askerî müdahaleyi savunan güçlerin, en başta da Suriye muhalefetinin işine geldiği, İsrail saldırıları ve Türkiye'deki Patriot füzelerinin tehdidi altındaki Esad açısından ise böyle bir adımın neredeyse "intihar" anlamı taşıdığından dolayı mümkün görünmediği dile getirildi.
Olayı "Çok uygun bir zamanda gerçekleşen patlamalar" başlığıyla duyuran Kommersant gazetesi, meselenin 16 Mayıstaki Obama-Erdoğan zirvesinde ele alınacak ve Suriye'ye dış müdahale tezini (kimyasal silah kullanılması iddiasından bile daha etkili biçimde) kuvvetlendirecek bir gündem maddesi haline geldiğini yazdı.
Bu köşeden defalarca yazdığımız gibi, Türkiye-Rusya ilişkileri uzun süredir oldukça olumlu bir seyir izliyor. 80'lerin ortasından itibaren adım adım güçlenen ekonomik-ticari işbirliği, turizmin, kültürel bağların ve insani ilişkilerin de hızla gelişmesiyle iki ülkeyi birbirine yaklaştırdı. Başkan Vladimir Putin'in Aralık 2004'teki tarihî ziyaretinden sonra üst düzey siyasi diyalog da şaşılacak kadar başarılı bir dinamik izledi.
Bu tablonun genel olarak hâlâ geçerliliğini koruduğunu söylemek mümkünse de, Suriye krizindeki görüş ayrılıkları iki devletin arasında soruna yol açmıştır. Gerçi iki ülke yönetimi de genellikle birbirine karşı son derece özenli bir üslup kullanarak anlaşmazlığın ilişkileri, en başta da ekonomik-ticari işbirliğini ve projeleri etkilememesi yolunda çaba sarf etmektedir. Ancak geçtiğimiz Ekim ayında patlak veren "uçak krizi" (Moskova'dan kalkıp Suriye'ye doğru giden uçağın Türkiye'de inişe zorlanması ve taşınan yüke el konması, sonra da iade edilmemesi) gibi önemli bir sinyalin yaşanmış olması ve şu sıralardaki gelişmeler tedirginlik vericidir.
Türkiye, Suriye'deki iç savaşla ilgili sadece resmî tutum oluşturup siyasi açıklama yapmakla kalmayıp olaya aktif taraf haline gelerek, yalnızca bölgede ciddi dış politik hatalar yapma ve kanlı olayları ülke içine taşıma riskine girmekle kalmıyor; aynı zamanda bir dizi ülkeyle, en başta da dış ticaretinin iki numaralı partneri Rusya ile ilişkilerini bozma tehlikesini arttırıyor.
Erdoğan'ın Obama ile yapacağı görüşme sonrasında Türkiye'nin Suriye politikasında ne gelişmeler olacağı merakla bekleniyor. Sadece Suriye konusunda değil, tüm bölgede, Rusya da dahil birçok ülkeyle ilişkilerin gidişi, Türkiye'nin şu iki yoldan hangisini seçeceğine bağlıdır: Daha çok sertlik ve savaş çizgisi mi? Yoksa sakin, soğukkanlı ve barışçı bir politika mı?